6 Nisan 2017 Perşembe

Sığ Sulardan Engin Denizlere

İnsan doğası geçmişte tecrübe ettiği ve başarılı sonuç aldığı yöntemleri tercih etmeye meyillidir. Yeniyi keşfederken sarf ettiğimiz çaba ve vazgeçtiğimiz kolay kazanımlar bizi farklı yöntemler denemekten çoğu zaman alıkoyar. Bu ikilem günlük yaşantımızın içinde öyle çok alanda karşımıza çıkar ki, dilimizde  "Dimyat'a pirince giderken, eldeki bulgurdan olmak" şeklinde bir karşılığı dahi vardır. Ancak gelişim için yeniyi keşfetmek, yeniyi keşfetmek için ise eskiden bir parça vazgeçmek mecburidir.

Balık tutma keyfimin yıllar geçtikçe daha dar zamanlara sıkışması, beni de ister istemez alıştığım yöntemlere esir etti.  Nazarımda büyük oranda sportif balıkçılıktan uzaklaşıp boş zaman eğlendirme halini alan boğaz avlarını saymazsak, son birkaç senemi tamamen sığlıklarda kah dalarlı, kah su üstü sahteler ile levrek peşinde geçirdim. Zaman zaman turna, çipura, melanur, sargoz ve benzeri kıyı balıklarına da vakit ayırsam işin özünde av yöntemleri hep benzerdi. Neden bilmiyorum ama hedeflerimi, hayallerimi bir türlü büyütemediğimin çok geç farkına vardım.

Kendimce tabi ki haklı gerekçelerim vardı. Zaten İstanbul'daki balıkçılık keyif vermiyordu. 3-5 günlük tatilimi macera peşinde koşmaktansa, alışkın olduğum yöntemlerle alacağım bir levrek ile süslemek daha cazip geliyordu. Ancak bulunduğum bölge itibariyle tuttuğum balıklar da ne uzuyor, ne kısalıyordu. 1-2 arası levrekler iyiden iyiye standart avım haline gelmişti. Sadece tuttuğum balığın ebatı değil, oltama takılabilecek balıkların türleri de aşağı yukarı belliydi. Ege'de avlanmaya başladığım ilk zamanlar yaşadığım "acaba bu sefer oltama ne gelecek" heyecanını büyük ölçüde yitirmiştim.

Nihayet biraz geç de olsa, alışık olduğum avlaklardan ve takımlardan ayrılıp yeni yöntemler denemeye karar verdim. Bunun ilk adımı olarak hem popping, hem jigging yapabileceğim, hem de ağır sahteler ile kullanabileceğim çok amaçlı bir takım oluşturdum. İkinci ayağında ise bu takımı kullanabileceğim meraları tespit etmeye çalıştım.

İlk sınav kofanaydı. Haziran, Temmuz aylarında yarımadanın birçok noktasından çok güzel kofana avları yapılmıştı, ancak ben biraz geç kalmıştım. 4-5 gün art arda gerçekleştirdiğim başarısız denemelerin ardından kofananın peşini bırakıp, enerjimi jig avlarına verme kararı aldım. Jig avlarında da ilk günler çok umut verici değildi. Avlandığım bölgenin dip yapısını kestirene kadar azımsanmayacak sayda jigi deniz tabanında bırakmıştım. Öte yandan kimi zaman kızgın güneşin altında kavruluyor, kimi zaman ise sert rüzgar ve kayalardan sekip beni baştan aşağı ıslatan dalgalarla boğuşmak zorunda kalıyordum. Bu arada limanın içinden iki gün peş peşe sabah suyunda aldığım levrekler beni derinden derine bildiğimi okumaya çağırıyordu. Ancak içimden gelen bu sese kulak vermeyip denemeye devam ettim. İyi ki de etmişim...

27 Ağustos 2016


29 Ağustos 2016


Bir hafta boyunca büyük bir azimle hemen hemen hiçbir sabah veya akşam suyunu kaçırmamış, jigging için seçtiğim avlakta yerimi almıştım. Artık tatilimin de sabrımın da sonuna yaklaştığım günlerden biriydi. Bilhassa akşam suyunda sıcağın etkisinin geçmesini beklediğimden çok acele etmiyor, saat 6'yı geçerken avlakta yerimi alıyordum. O gün biraz daha rahat davranmış ve avlağa varışımı iyice geciktirmiştim. Kendime nispeten dalgalardan korunaklı ve kayaların üzerinde rahatça dikilebileceğim bir yer bulup atışlara başladım. Yine bir müddet alışık olduğum şekilde boşa atıp çektim. Çeşitli aksiyonlarla ve farklı hızlarda denemeler yapıyordum. Bir süre sonra hiç beklemediğim bir anda, dipten 3-4 tur yukarıda makinenin kolu bir anda kilitlendi. Önceki günlerin alışkanlığıyla ilk olarak bunun bir kaya olduğunu düşündüm. Ancak kayanın elimdeki oltayı çekiştiremeyeceğinden yola çıkarak bu düşüncemden çabucak vazgeçtim. Oltanın ucunda ilk kez bu denli bir güç hissediyordum. Oltanın ucundaki şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştığım esnada, balık kendini büyük bir hızla yüzeye vurarak inanılmaz atlayışlar yapmaya başlamıştı.  Gelen 2-3 kilo civarında bir lambukaydı. Kalbim ölesiye hızlı atıyordu, adrenalin tepeden tırnağa her yanımı sarmıştı. Sonra bir anda aklıma o soru geldi: "İyi güzel ama ben bu balığı nasıl çıkartacağım?" Bir yandan balığı zapt etmeye çalışıyor, bir yandan da balığı kıyıya çıkarabileceğim alternatifleri düşünüyordum. Lambuka benim daha fazla düşünmeme izin vermeden ağzındaki jigi atarak açık denize geri döndü. Onca günlük emeğin ardından bu balığın kaçmasına üzülmem gerekirdi belki de. Ama üzülmedim. Kendime ve yönteme olan güvenimi kazanmıştım, bu balık kaçsa da gerisinin geleceğine inancım tamdı.

Artık içimde bambaşka bir enerji, bambaşka bir umut vardı. Nitekim balık kaçar kaçmaz hiç ara vermeden daha büyük bir şevkle oltayı daha da açıklara sallamaya devam ettim. 15 dakika sonra ikinci vuruşu aldım. Bu seferkinin mücadelesi bir öncekine göre daha zayıf gibiydi. Ancak balık kıyıya yaklaştıkça çılgına döndü. Bu arada ben hafif spin takımlarla çalışmaktan kalan alışkanlıklarla balıklara son derece nazik davranıyordum. Bu hata bana ikinci balığı da kaçırttı. Devasa boyuttaki zargana marlin balığını andıran peşi sıra sıçrayışların ardından iğneden kurtularak yoluna devam etti. Bu kadar kısa bir sürede böylesine bir heyecanı uzun süredir yaşamamıştım. Ancak netice itibariyle yabancısı olduğum bu av klasmanında ikiye sıfır yenik durumdaydım. Güneşin batışına kadarki çabalarım skoru ne yazık ki değiştiremedi. Havanın kararmasının ardından, ertesi sabah maçın ikinci yarısında görüşmek üzere avlaktan ayrıldım.

Ertesi sabahki ava yine liman içinde levrek denemesiyle başladım. Ancak aklım dünkü karşılaşmanın rövanş mücadelesindeydi. Jigging bir kere kanıma girmişti ve kolay çıkacağa benzemiyordu. Hava biraz aydınlanır aydınlanmaz hemen levrekten vazgeçip açık denize bakan avlağın yolunu tuttum. Yaklaşık 20-25 dakika süren yürüme yolu bu sefer her zamankinden daha uzun geliyordu bana. Yolun sonuna geldiğimde henüz güneş tepelerin ardından yüzünü göstermemişti. İlk atışımı yaptım, jig dibi buldu, oltanın boşluğunu alıp ilk tasmayı yaptım ve balık üstündeydi. İkinci yarı beklediğimden hızlı başlamıştı. Aklımda önceki gün kaçan lambuka ve azman zargana vardı. İki balığın da su üstü yaparak kaçması nedeniyle bu seferkini dipten çok yükseltmek istemiyordum. Kararımın yanlışlığını balığın kıyıya birkaç metre kala var gücüyle fişekleyip taş altı yapmasıyla anladım. Elimde olta ne yapacağımı bilmez gerili misinaya bakıyordum. Bu şekilde beklemekle elime bir şey geçmeyeceğini anlayınca, deniz gözlüğünü alıp, sivri kayaların üzerinden çalkantılı denize atladım. Misinayı takip ederek girdiği taşı buldum ancak derinlik tahminimden fazlaydı. 10 metreye yakın derinliğe paletsiz inip oradan balığı çıkarmak mümkün görünmüyordu. Nitekim olmadı da zaten. Yaptığım tüm denemeler sonuçsuz kaldı. Nefesim değil balığın taşın altından çıkarmaya, balığı görmeye dahi yetmedi. En sonunda çekiştirmelerimden kayaya sürtünerek zedelenen öncü misina inceldiği yerden koptu. Bu sefer kaçan balığı ilk günkü soğukkanlılıkla karşılayamamıştım. Maç hezimete doğru gidiyordu. Ertesi gün İstanbul'a dönmeden önce son bir raunt kalmıştı: Akşam suyu...

Öğleden sonra Bodrum'da yaşayan arkadaşım Ali ile telefonlaşıp durumu anlattım. Akşam üzeri şansımızı beraber denemeye karar verdik. Mesele önceki iki avın rövanşını almak olunca bu sefer biraz daha erkenden yola koyulduk. Daha atışlara başlayalı çok geçmemişti ki, Ali ilk vuruşu aldı. Ben heyecan içinde oradan mı çıkarsan, buradan mı kepçelesek diye dört dönerken, Ali balığı kıyıya getirip çıkarmaya başladı. Çıkarmaya başladı diyorum çünkü bu bir anlık bir şey değildi. Balığı sudan çıkardıkça devamı geliyordu. En son balığın kuyruğunun da sudan kesilmesiyle ikimiz de derin bir nefes almıştık. Bu bir gün önce benim oltamdan kaçan azman zargananın boyutlarında bir zarganaydı Ali'nin yakaladığı. Üçüncü rauntta ilk gol bizden gelmişti. Balığı arkada bulunan dalga havuzlarından birine yatırdıktan sonra atışlara kaldığımız yerden devam ettik. Aradan uzunca bir süre geçmesine rağmen ne gelen vardı, ne giden. Artık yavaş yavaş av disiplininden kopmaya başlamıştım; aklımın bir köşesinde sabah ve evvelki akşam kaçan balıkların muhasebesini yapıyordum. Bir ara gözlerim kıyıya suyun yüzeyinden gelmekte olan jige daldı. Dalgınlığım balığın vuruşuyla birlikte aynı bir taşın cama vurduğu gibi bir anda darmadağın oldu. Bu balığı artık kaçırma lüksüm yoktu, hem de kıyıya bu kadar yakınken... Balıkla kana kan, dişe diş bir mücadeleye girdik ve balığı kısa mesafeden de faydalanarak mücadele etmesine fırsat vermeden denizden söktüm aldım. İlk lambukam ve aynı zamanda shore jig ile ilk avım tüm renkleriyle karşımda duruyordu. Balığın müthiş mücadelesi karşısında elim ayağıma dolanmıştı, nasıl sevineceğimi bile bilemedim bir süre. Lambukanın hayranlık uyandırıcı renklerini bir süre seyrettikten sonra ava geri döndüm.  Hava kararmadan önce aldığım bir turna da tatlının üzerindeki kaymak misali avı süsledi. Deniz bir hafta boyunca sabrımı sınamış, son iki gün ise oltama gelen balıklarla beni imtihan etmişti. Eh, 3-2'lik sonuçta ilk sefer için şerefli bir mağlubiyet sayılırdı. Ama hikayem daha bitmemişti. Yaz bitmeden önümde son bir av serüveni ve beni bekleyen sürprizler vardı..

30 Ağustos 2016
30 Ağustos 2016


23 Mart 2017 Perşembe

Her Şeyin Başladığı Yerde

Aradan 25 yıl geçmesine rağmen, o günü halen zihnimde çok berrak biçimde hatırlayabiliyorum.

Yazın yavaştan sonbahara dönmeye başladığı zamanlardı. Kalabalıktan uzak bir köşede gölün sessiz sakin bir kıyısına masamızı, sandalyemizi atmış, ailece piknik yapıyorduk. Babam, pek balık tutacağına inandığından değil de ne olur ne olmaz suda dursun diye getirdiği şamandıralı oltayı solucanla yemleyip sazlıkların dibine atmıştı. Şamandıra atıldığı yerde hareketsizce yüzerken biz de pikniğin yemek faslına geçmeye hazırlanıyorduk. Tam o esnada zamansız gelen bir bulut tepemizden aşağı tüm bereketini koyuvermişti. Yanan mangalı, kurulu masayı ve diğer tüm piknik eşyalarını bırakıp apar topar arabaya sığınmıştık. Beş on dakika kadar çok şiddetli yağan yağmur aynen başladığı gibi ani şekilde durmuştu. Arabadan çıktığımızda karşımızda uzanan manzara bir tablo gibiydi. Yağmurun ardında bıraktığı taze dinginlikte göl önümüzde kıpırtısızca seriliyordu.

Gözüm çarşaf gibi gölün üzerinde şamandırayı arıyordu. Bir süre sonra şamandıra tekrar belirdi ve yine kayboldu. O zamana kadar babamın peşinde birkaç defa balığa çıktığım için şamandıranın batıp çıkmasının balığın geldiğine işaret olduğunu biliyordum. Biliyordum bilmesine ancak ne yapmam gerektiği konusunda pek bir fikrim yoktu. O esnada sönen mangalın ateşini tekrar yakmakla uğraşan babama seslendim. Babam her tarafı kömüre batmış halde oltayla uğraşamayacağı için bana oltayı çekmemi söyledi. Kendi boyumun neredeyse iki katı olan kamışı güçlükle kaldırıp, babamın talimatları doğrultusunda makinayı sarmaya başladım. Müthiş bir duyguydu. Hayatımdaki ilk balığımı biraz zorlanarak da olsa kıyıya almıştım. Mangal ile mücadelesinden fırsat bulup anca yanıma gelebilen babam balığı şöyle bir inceleyip üzüntüyle "Kancayı çok yutmuş, salamayız." dedi. Yüzümdeki mutluluk yerini bir anda hüzne bırakmıştı. Ne balığı salmak istiyordum, ne de balığın ölmesini. O günkü çocuk aklımla tüm yakaladığım balıkları evdeki akvaryuma koyup sabahtan akşama kadar onları izlemeyi hayal ederdim.  Ancak kendi halindeki bu hayvancağızın ölümüne sebebiyet vermek hiç de hoşuma gitmemişti. Ne var ki o zamanlar farkında olmasam da, daha ilk balık tutma deneyimimde çok büyük bir ders almıştım.

O günkü balık bir Abant alasıydı. 25 yıl önce kanıma işleyen bu zehir(!) bir daha vücudumdan hiç çıkmadı. Ancak ne enteresandır ki, benim bu hobiye başlamama vesile olan balığı o günden bu yana bir daha hiç tutmadım. Deniz kıyısında yaşamanın sonucu balıkçılık benim için hep deniz balıkçılığından ibaret kalmıştı. Arada birkaç deneme yapmama rağmen tatlısu balıkçılığı bir türlü bende heyecan uyandırmamıştı. Ama yine de ilk göz ağrısının yeri başkaydı. Ne yazık ki yıllar boyunca bir türlü doğru zamanda Abant'ta bulunamamıştım. Son birkaç senedir aklımda Abant'a alabalığın verimli av verdiğini bildiğim Nisan-Mayıs aylarında gitmek vardı. Nihayet bu sene planlarımı eşime haftasonu kaçamağı kisvesi altında gerçekleştirdim.

Gitmeden önce büyük bir heyecanla hazırlıklara başladım. Ancak Abant alası hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum İnternetten de yeterli kaynağa ulaşamayınca biraz babadan kalma bilgiler, biraz da balıkçı sezgilerimle malzeme hazırlıklarını tamamladım.

22 Nisan'ı 23 Nisan'a bağlayan gece Abant'a vardığımızda bizi buz gibi bir hava karşılamıştı. İstanbul'a erken gelen bahardan bir anda tekrar kışa dönüş yapmıştık. Bu durum ertesi gün için biraz gözümü korkutsa da, beni planımdan vazgeçirmeye yetemezdi.

Sabahın ilk ışıklarıyla gözümü açtım. Neredeyse yanımda getirdiğim tüm giysileri üst üste geçirip dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda sabah ayazı tenimde değebildiği tüm noktaları yakıyordu. Arabaya binip daha önceden gözüme kestirdiğim otelin yakınındaki iskeleye gittim. Burada beni bir sürpriz bekliyordu. İskele baştan sona oltalar ile kaplanmıştı. Aslına bakarsanız bunun çok da sürpriz olduğu söylenemezdi. Gelmeden önce internette yaptığım araştırmalarda tek bir balıkçının çok sayıda oltayla avlanmasının göl balıkçılığındaki başlıca sorunlardan biri olduğunu biliyordum. Moralimi bozmadan iskeleye ilerledim. Orada avlanan arkadaşa selam verip, avlanmak için müsade istedim. Kendisi selamıma güleryüzle karşılık verip, avlanmam için oltalarından birini toplayıp yer açtı. Bazen bu gibi durumlarda sinirlenip doğrudan tartışmaya girmek yerine, güleryüzlü bir selam ile diyalog kurmak çok daha iyi sonuçlar verebiliyor. Sadece at çek avlanacağım için bana tek oltalık boşluk yeterli olacaktı. Balıkçı arkadaşla konuşmamızda kendisi gece yarısından beri orada olduğunu ancak topu topu 2 balık alabildiğini söyledi. Kısmet diyerek önce LRF takımımı suyla buluşturdum. Silikonla yaptığım denemelerden sonuç çıkmayınca bu sefer mepps'e döndüm. Meppste de bir hareket yoktu. Bu esnada arkadaşla konuşmamızdan özellikle kaşıkla iyi avlar yapıldığını öğrendim. Günün iyice aydınlanmasıyla turist grupları gelmeye, onlarla beraber avlağın da huzuru kaçmaya başlamıştı. Soğuğun yanına eklenen rüzgar da iyice şiddetlenince şansımı akşam suyunda denemek üzere avı sonlandırdım.

Gün içinde gölü turlayıp, bir yandan da keşif yaptım. Yürüyüşümüzün sonlarına doğru bir noktaya geldiğimizde bir anda zaman yolculuğuyla 25 sene öncesine gittim. O günü, o pikniği, o gelen balığı hatırladım. Tam 25 yıl önceki noktadaydım. Akşam avlanacağım yer belli olmuştu.

Akşam, tulum çizmemi de yanıma alıp av yapacağım noktaya doğru yola çıktım. Avlağa vardığımda suyun içinde 3-4 kişi kaşıkla at çek yapıyordu. Onların avlarını bozmadan en köşeye geçip at çeklere başladım. Üzerimde tulum çizmesi de olsa kelimenin gerçek anlamıyla buz gibi suyun içinde olmak garip bir duyguydu. Bu şekilde suda çok uzun süre kalmak mümkün değildi. Çok geçmeden yanımdaki balıkçılardan birisi küçücük bir abant alası aldı. Adam balığı oltadan çıkardıktan sonra salacak diye beklerken, üzerinde yirmiden fazla en büyüğü el kadar balığın dizili olduğu dizgiye taktı. Canım bir hayli sıkılmıştı. Yıllar önce bacak kadar çocukken tuttukları balıktan çok daha büyük olan bir balığı salamadığım için üzüldüğümü hatırlayıp koca koca adamların bu ufacık balıkları marifetmiş gibi alıkoymasına anlam veremiyordum. O balığın üstüne birkaç balık daha çıkarttılar ancak hiç oralı değildim. Onlar ufak ağır kaşıklarla bana göre çok daha ileri atabiliyorlardı. Ben ise elimdeki LRF takımıyla 5-6 gramlık meppsi en fazla 20-25 metre ileriye gönderebiliyordum. Yine de umudumu kesmeden sazlıkların diplerini yoklamaya devam ettim. Güneş artık tepelerin arkasına inmek üzereyken gelen vuruşla irkildim. Yıllar sonraki büyük kavuşmanın habercisiydi bu vuruş. Balığın oltanın ucundaki hareketliliği bana lüferi anımsatmıştı. Üstüne bir de bu mücadeleyi LRF ekipmanıyla yapınca aldığım zevk katlanmıştı. Balığı yarı belime kadar gelen sudan yavaşça sürükleyip karaya çıkarttığımda farklı duygular içindeydim. Seneler önce bana bu zevki aşılayan ama sonra yıllarca yolumuzun kesişmediği bu güzellik tekrar elimdeydi. Balığı oltadan çıkarmak için yeltenmişken balıkta bir anormallik olduğunu fark ettim. Bunu ilk anda iğnenin balığın ağzında yarattığı tahribat olduğunu sanmıştım ancak yakından bakınca balığın ağız yapısının -muhtemelen doğuştan- deforme olduğunu gördüm. Niyetim bu güzel balığın güzel bir fotoğrafını alıp salmaktı. Ancak her zaman olduğu gibi fotoğraf makinesi olarak kullandığım cep telefonum en ihtiyaç duyduğum anda beni yine yolda bırakmıştı. Balığın bu güzel renklerini fotoğraflayamadığım için çok moralim bozulmuştu. Belki bir yolunu bulurum diye balığı canlı kalması için küçük bir su birikintisine koydum. Ne yazık ki av sonunda balığın muhtemelen sudaki oksijen seviyesi yetmediği için öldüğünü gördüm. İçim cız etmedi değil ama seneler önceki lezzetini hatırladığım bu balığın numunelik de olsa bir kere tadına bakmayı istemiyor da değildim. İlk balığı aldıktan sonra kendime güvenim geldi. Ava daha fazla konsantre olmuştum. İlk vuruşun ardından 5-10 dakika sonra ikinci vuruşu almam ve balığın kurtulması bir oldu. Tamamen teorik bilgiyle, kimseden yardım almadığım bu avlakta ilk seferde bu da bir başarıydı. Güneş tepelerin arkasına inince yarısı buzu yeni çözülmüş sudaki bedenimi iyice zorlamamak adına avı sonlandırdım.



Ertesi sabah daha da büyük bir umutla uyanmıştım. Ancak elimdeki tek meppsi sazların dibinde bırakınca, üstüne bir de soğuk önceki günden daha da sert olunca erken pes etmek zorunda kaldım. Aradan geçen yirmi küsür senenin ardından hikayenin başladığı yerden, daha nice hikayelere yelken açmak üzere mutlu bir şekilde ayrılıyordum.