30 Aralık 2013 Pazartesi

Belgesel Tadında Bir Av

Amatör balıkçılığın en güzel yanlarından biri de çok az insanın görme şansı yakalayabildiği doğal güzelliklere tanıklık etmenizi sağlamasıdır. Bu kimi zaman güneşin doğuşudur, kimi zaman devasa bir balık sürüsüdür; bazen avcı bir balığın avlanma anıdır, bazen yunuslar ile yarışmaktır. Çoğu insanın anca belgesellerde görebildiği bu anlara şahitlik etmek benim nazarımda balık tutmaktan çok daha keyiflidir.

Geçtiğimiz hafta Pazar akşamı yapacak daha iyi bir aktivite bulamayınca spin takımlarımı yanıma alıp biraz deniz havası solumaya karar verdim. İlk başta aklımda daha önceki senelerde tam bu zamanlar güzel av yaptığım bir nokta vardı. Ancak her ne olduysa motora binmek için Üsküdar'a geldiğimde üşendim ve şansımı Üsküdar motor iskelesi civarında denemeye karar verdim. Akşam ezanının okunmasıyla spin takımımı monte etmiş, at çeklere başlamıştım.

Aradan yarım saat geçmiş, yolunu şaşıran bir tane çinekop dışında ziyaretçim olmamıştı. Gelirken çok ümitli olmadığım için de çabuk sıkılmaya başlamıştım. Eve dönünce ne yiyeceğimin planlarını yaparken yanımdaki motorla iskele arasındaki boşluktan ardı ardına gelen tiz çığlık sesleri dikkatimi çekti. Gelen ses panik halindeki bir martının sesine benziyordu. Herhalde hayvancağız araya bir yere sıkıştı diye düşündüm. Oltamı bir kenara bırakıp sesin geldiği doğrultuya yöneldim. Projektörün aydınlattığı suya baktığımda ortada bir şey yoktu. Ses iskelenin altından geliyordu. Aynı ses motora binen genç bir çiftin de dikkatini çekmişti. Aramızda birkaç metre olmasına rağmen onların görüş açısı benden daha iyiydi. Sesin kaynağını görüp göremediklerini sordum. Kendilerinin de sesin kaynağını göremediklerini söylediler. Ancak ses hala aynı şiddette, aynı yerden gelmeye devam ediyordu. Sonra bir anda genç çiftten kız olan tiksintili bir ifadeyle "Ayy, kocaman bir fare galiba." dedi. Kızın bunu demesiyle suyun aydınlığından kocaman bir cüssenin geçmesi bir oldu. Bu bir su samuruydu. Daha önce 2009 yılında Tarabya'da lüfere yemli olta attığım bir gece karşılaşmıştım. O günden sonra onunla tekrar karşılacağımı biliyordum ancak bu karşılaşmanın bu kadar gürültülü ve hareketli bir ortamda olmasını beklemiyordum. Su samurunun suyun altında görünmesiyle karanlıkta kaybolması da bir oldu. Birkaç dakika geçmeden aynı ses iskelenin diğer tarafında bekleyen motorların arasından gelmeye başladı. Oltayı bir kenara bırakıp, sesin peşine düştüm. Sisn şiddetinden çok yakınımda olduğunu bilmeme rağmen o bölge çok karanlık olduğu için bir daha onu göremedim. Sonrasında gelen ses de kesildi zaten.



O kalabalıkta, o motorların hengamesinde ne arıyordu bilmiyorum. Neden o kadar can havliyle ses çıkardığını da bilmiyorum. Belki bir yavrusu vardı ve onu arıyordu, belki yakınlardaki başka bir türdeşiyle haberleşiyordu. Tek bildiğim İstanbul'un en orta yerinde bile bu canlıları halen görebiliyor olmanın müthiş bir his olduğu. O gün eve belki balıksız döndüm, ama bu av benim 2013 yılındaki en güzel ikinci avımdı. En güzeli hangisi miydi? O da bir başka yazıma...



Yukarıdakiler her ne kadar farklı su samuru türleri de olsa, çıkardıkları ses ülkemizde yaşayan Avrupa su samurunun (Lutra lutra) çok benzer.


29 Aralık 2013 Pazar

İstanbul: Sükût-ı Hayal


İstanbul... İki kıtanın birleştiği, tarihteki nice imparatorluğun başkenti... Tarih boyunca herkesin sahibi olmak adına savaştığı, ama en sonunda ait olduğu, taşı toprağı altın diye gelenlerin toprak olduğu şehir... Asaletinin ve zarafetinin ardında acımasız ve vahşi bir yüz saklayan bu şehir, her zaman ona uzak olanların rüyalarını süslemiş, içindekilere ise kabuslar yaşatmıştır. Günümüzde de İstanbul her yıl binlerce insanı bir yandan kendisine çekmeye devam ederken, diğer yandan içinde yaşayanları hayat pahalılığından, trafik sorununa dek birçok sorunla bunaltmaktadır. İstanbullular dünyada çok az şehre nasip olan güzellikleri ve imkanları elinin altında barındırıyor olmasına rağmen, çok küçük bir azınlık bu olanakların keyfini sürmektedir. Nitekim bugün İstanbul'un ücra semtlerine gittiğinizde yıllardır Boğaz'ı görmemiş, Adalar'a hayatında hiç gitmemiş insanlarla karşılaşmanız söz konusudur.


İstanbul'un bahsetmiş olduğum genel karakteri, denizine de yansımıştır. Masmavi akan bir nehir gibi şehri ikiye bölen Boğaz ve altın bir gerdan gibi tarihi yarım adayı süsleyen Haliç, İstanbul'a dünyada denizin hiçbir şehre katamadığı bir güzelliği armağan eder. Koskoca Karadeniz'in daracık bir kanala dönüşerek Akdeniz'e açıldığı bu koridor dünyanın en önemli göç yollarından birisidir. Nitekim İstanbul Boğazı ve Haliç'in bereketi antik dönemlerden bu yana İstanbul'un can damarlarından birisi olmuştur. Balık kokusu, denizle sarmaş dolaş olan bu şehrin içine işlemiştir. Ne var ki geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında kontrolsüz ve kuralsız biçimde büyüyen şehrin ilk kurbanı da denizler olmuştur. Altın boynuz lakabını gün batımında sularının altın sarısı renge dönmesinden alan Haliç'in suları çamur sarısına dönmüş, balık ve yosun kokusunun yerini çürümüş yumurta kokusu almıştır. Yerli balıklar neredeyse tamamen kaybolmuş, göç balıkları ise sadece mecbur oldukları için Boğaz'dan uğraksız geçer hale gelmiştir. Bir zamanların adı balıkla özdeşleşen şehrinin eski günleri çoktan mazide kalmıştır. Biraz abartılı bir yorum gibi görünse de, İstanbul bugün bir amatör kıyı balıkçısının hobisini icra etmesi açısından denize kıyısı olan en elverişsiz şehirlerden biri haline gelmiştir.





Peki, çok değil, otuz sene içinde, uskumruların çaparileri süslediği, orkinosların, kılıç balıklarının devriye attığı günlerden, istavrit ve çinekopa şükür ettiğimiz günlere nasıl geldik? Nüfus artışı kuşkusuz bu sorunun kalbinde yer alıyor. Bir şehrin nüfusunun artması aynı zamanda o şehrin ihtiyaçlarının ve atıklarının da artması anlamına geliyor. Avcılık baskısı ihtiyaç listesinin en başında gelen yemek ihtiyacının doğrudan bir sonucu. Her geçen yıl balık sayısı azalırken, balıkçı sayısı buna ters orantılı olarak artıyor. Bugün İstanbul genelinde her gün amatörüyle, profesyoneliyle binlerce insan balık peşinde koşturuyor. Elbette profesyonellerin, daha spesifik olmak gerekirse gırgırların verdiği zarar çok daha büyük. Daha Boğaz'a girer girmez tepesine gırgırların hücum ettiği balık bu dar kanaldan, tuzağa düştüğü güdüsüyle bir an önce kurtulmaya çalışıyor. Bu durumun yarattığı stres nedeniyle beslenme ikinci planda kalıyor. Doğal olarak da özellikle lüfer, palamut gibi göç balıkları Boğaz'da fazla oyalanmadan akıp geçiyor. Karadeniz'de çapariye dahi vuran balığın, Boğaz'a girdiğinde canlı zarganadan başkasına dokunmamasının başka kolay açıklanabilir bir izahı olduğunu düşünmüyorum.


Haliç 1980'lerin sonu
Her ihtiyaç giderildikten sonra ise ortaya bir "atık" çıkıyor. Yemek ihtiyacının oluşturduğu atıklar denizler ile evsel kaynaklı kanalizasyon olarak, diğer gündelik birçok ihtiyacın yan ürünü ise endüstriyel atık olarak denizlerle buluşuyor. Kirlilik sadece gözle görülen boyutla da sınırlı kalmıyor. Ulaşım ihtiyacı gürültü kirliliği yaratarak İstanbul Boğazı ve çevresini dünyanın en gürültülü su yollarından birisi haline getiriyor. Sonuç olarak kaynağı ne olursa olsun her türlü kirlilik hem yerli balıkları, hem göç balıklarını olumsuz etkiliyor.


Balık türlerinde ve sayısındaki azalmanın yanı sıra, bazı balık türlerinin zaten Boğaz ve çevresinde az olması da İstanbul'da kıyı avcılığını kısır kılan nedenlerin arasında yer alıyor. Çok güçlü akıntıları ve dik yamaçları ile bir sualtı kanyonu özelliğini taşıyan İstanbul Boğazı birçok balık türünün yerleşip, yayılması için sanılanın aksine çok da elverişli bir bölge değil. Güçlü akıntıya karşı tutunmak daha fazla enerji tüketmek demek. Balık büyüdükçe akıntının gücüne maruz kalan yüzey alanı da büyüdüğü için gerekli enerji daha da artıyor. Bu nedenle trofe sayılabilecek balık türlerini göç zamanları dışında Boğaz ve çevresinde ancak belli başlı batıkların çevresinde ve akıntısı daha zayıf koylarda bulmak mümkün olabiliyor.

İstanbul Boğazı'nın sular çekilse nasıl olacağına dair bir ilüstrasyon

Birçok balık türü avlanmak için sığ suları tercih eder. Avcı balıklar bu sığ sularda küçük balıkları, derin sulardakine göre çok daha rahatlıkla sıkıştırabilme imkanı bulur. Lüfer ailesinin iri bireyleri de avını sığ sulara sıkıştırıp avlamayı seven balıkların başındadır. Ne yazık ki lüferin bu şekilde avlanabileceği koyların çoğu bugün gırgırların işgali altında. Bu alanların aşırı baskı altında olması lüferin Boğaz'da yemlenmesine ve oyalanmasına engel oluyor.

İstanbul'da balık tutmanın keyfini kaçıran "balıksızlık" dışında başka etkenler de var. Türkiye'nin her yerinde olduğu gibi İstanbul'da da balık tutmaya olan ilgi gün geçtikçe artıyor. Kıyı balıkçılığının pahalı bir hobi olmaması, her kesimden insanı bu hobiyi en az bir kere olsun denemeye teşvik ediyor. Ancak asıl sorun kalabalığın kendisinden ziyade, içinden çıkan çürük elmalardan kaynaklanıyor. Çevresine ve avına saygısı olmayan insanlar ile değil beraber avlanmak, yan yana bulunmak dahi insanın hevesini silip süpürüyor.

Bir de tüm bu olumsuzluklar yetmezmiş gibi İstanbul'da balık tutmanın apayrı bir zorluğu söz konusu. İstanbul Boğazı'nın akıntılı ve derin sularından balık çıkarabilmek herkesin ilk seferde becerebileceği bir iş değil. Balığın kıyıya yanaştığı dönemlerde bu nispeten daha kolay bir iş. Ancak Boğaz sularının soğuyup, balığın alt suya indiği vakit kimi zaman 200 gram üstü kurşun ile 100 metre üzeri mesafeden ve metrelerce derinlikten balık çıkarmaya çalışmak insanın fiziki limitlerini zorlayabiliyor. Hele ki gelen balığın çoğu zaman kurşunun ağırlığından daha hafif olduğunu düşündüğünüzde yaptığınız avı sorgular duruma geliyorsunuz.



Ancak her şeye rağmen İstanbul yine de zaman zaman sürprizler yapmayı seviyor. Bu kimi zaman Sarayburnu'ndan çıkan adam boyu bir granyoz oluyor, kimi zaman Arnavutköy Akıntı Burnu'ndan çıkan baba bir levrek oluyor, kimi zaman kovalardan taşan kilolarca lüfer, palamut oluyor. Eski günlerinden uzak olsa da İstanbul'un dört yanını çeviren denizler halen İstanbul'un taşıdığı en değerli hazineler. Bu hazinelere sahip çıkmak, onları eski günlerine döndürmek ancak bizim duyarlılığımızla mümkün olabilir.

Neye Niyet Neye Kısmet

Balık işi bazen gerçekten şans işidir. Saatlerce boşa olta atarsınız, siz gittikten hemen sonra balık başlar. Ya da alakasız bir saatte kıyıya müthiş bir sürü iner, siz meraya varmadan hemen önce balık keser. Özellikle lüfer avında daha çok başımıza gelen bir durumdur bu. Lüferin avlandığı saati kestirmek zordur. Daha çok sabah ve akşam saatlerinde av verse de kalabalık sürüler halinde günün herhangi bir saatinde kıyıya inip av verdiği de olur. İşte bu noktada şans devreye girer. Böyle bir sürüye denk gelecek kadar şanslıysanız eğer, ummadığınız bir zamanda hayatınızın en keyifli avını yapabilirsiniz. Ya da başınıza yıllar önce benim başıma gelen gibi bir olay gelebilir.

2007 sonbaharı İzmit Körfezi'nde lüferin bereketli olduğu bir sezondu. Modern spin takımlarıyla tanışmadığım, ağır kamış ve makinelerle at-çek yaptığım yıllardı. Bir sabah yine kaşığıma yapışacak lüferlerin hayaliyle hava aydınlanmadan önce lüfer merasındaki yerimi kapmıştım. Merada benim haricimde en az elli kişi daha at-çek saatinin gelmesini bekliyordu. Sabah ezanından 15 dakika sonra lüferler saldırıya geçti. Sırayla herkes kaşıklarına yapışan dişli canavarları çekmeye başladı. Kimine vurdu bıraktı, kimi kıyıya çok az kala kaçırdı, kimi de havada çılgınlar gibi çırpınan lüferleri kaldırıp arkasına atmayı başardı. Sürü kıyıda 10 dakika yoğun biçimde avlandıktan sonra tekrar kayboldu. O sabah lüfer alamayan kimse olmadı. Şanslı olanlar üçer beşer lüfer çıkarmayı başarırken daha az şanslı olanların kovasında tek lüfer vardı. Kovamdaki 3 lüfer ile ben de günün şanslılarından sayılırdım.


Balık kestikten sonra yarım saat daha olta atıp evimin yolunu tuttum. Niyetimde öğlene doğru gelip tekrar denemek vardı. Son zamanlarda öğlen saatlerinde de çok güzel lüfer yaptığını duymuştum. Adam başı 20-30 parça gibi rakamlar telaffuz ediliyordu. Öyle bir sürüye denk gelmek en büyük hayalimdi. Evime gidip kahvaltımı yaptıktan sonra saat 11:30 gibi tekrar lüfer merasına döndüm. Meraya vardığımda yaklaşık 20 balıkçıyı oltalarını kayaların arasına dikmiş, muhabbet eder halde buldum. Olta atabileceğim uygun bir yere geçip "Rast gele, var mı balık?" diye sordum. Balıkçılardan biri "Geç kaldın. Saat 10 gibi öyle bir balık yaptı ki, 1 saat boyunca herkes at-çek lüfer çekti. Sonra balık kesti." diye cevap verdi. İkna olmak için balıkçıların yan yana duran 3 kovasına baktım. Kovaların hepsi tepeleme lüferle doluydu. Resmen dünyam yıkıldı. Hayatımın lüfer avını kaçırmıştım. Ne vardı ki eve gidecek. Şurada oturup sürünün gelmesini bekleseydim keşke diye kendime kızdım.

Yapacak bir şey yoktu. Sürüden kalan son balıkları kandırabilmek umuduyla at-çek yapmaya koyuldum. 15 dakika boyunca durmadan atıp çektiğim halde vuran olmadı. Sürü tamamen kaybolmuş gibiydi. Şansıma küsmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Nafile atışlarıma devam ederken aklıma bir şey geldi. Belki de balık derine inmişti. Bir kaç kez de kaşığı tamamen dipten çekerek denemeye karar verdim. 50 metre kadar salladığım kaşığımın dibe batmasını bekledikten sonra orta hızda çekmeye başladım. 10 m kadar sardıktan sonra oltam dipte bir şeye takılmış gibi mıhlanıp kaldı. Dibe takılıp takılmadığını anlamak için kamışımı yukarı kaldırdığımda kafa darbelerini hissettim. Hayır dibe takılmamıştı. Oltanın ucundaki çok sağlam bir balıktı. Birden vücudum adrenalinle doldu. Oltanın ucundaki ne olduğunu bilmediğim balıkla mücadele ederken çevremdeki balıkçılar da yanıma gelip beni seyretmeye başlamışlardı. "Levrektir o." gibi tahminlerde bulunduklarını duyabiliyordum. Ben ağır ağır çekerken balık da fişeklemek yerine sert kafa darbeleri vurarak mücadele veriyordu. Balık kıyıya yaklaştıkça heyecanım daha da arttı. Oltamın ucundaki levreğin pırıl pırıl görüntüsü görmek için sabırsızlanıyordum. Balık kıyıya iyice yaklaşınca görmeyi beklediğim pırıl pırıl levrek yerine kıpkırmızı bir balık çıktı karşıma. Kısa bir şaşgınlıktan sonra oltanın ucundakinin dev bir kırlangıç olduğunu anladım. Hayatımda ilk defa bu boyda bir kırlangıç yakaladığımdan kaçmaması için dua ederek çekip balığı dışarı almayı başardım.





2007 sonbaharından bugüne kadar geçen zaman içinde o kırlangıçtan daha büyüğünü yakalayamadım. O gün lüfer bereketini kaçırmamış olsaydım belki de bu güzel kırlangıcı yakalayamamış olacaktım. Bu şans değil de nedir? Bazen her şeyi doğru yapsanız da kısmetinizde yoksa olmuyor. Kısmetinizde olan balık da alakasız bir zamanda kaşığınıza atlayıp sizi bulabiliyor. Atalarımız boşuna dememiş. Rast gele...

28 Aralık 2013 Cumartesi

Kendo Seabass Minnow 145

Daha çok ürettiği başarılı maket balık modelleriyle tanınan Kendo markası 2013 yılında Seabass Minnow 145 modelini piyasaya sürdü. İnce uzun yapılı ve az dalarlı bir model olan Seabass Minnow 145 adından da anlaşılacağı gibi özellikle deniz levreği avında iddialı bir ürün.

Nispeten büyük balık avları için tasarlanan Seabass Minnow 145'te "owner" marka kancalar tercih edilmiş. Kaliteden ödün vermemek ve kullanıcıyı yarı yolda bırakmamak adına kullanılan "owner" kancalar maliyeti biraz yükseltse de Seabass Minnow 145 bu haliyle bile muadilleri arasındaki en ucuz maket balık olma özelliğini taşıyor.




Lüfer, levrek, akya, baraküda, torik ve daha bir çok yırtıcı balık avında çok başarılı olacağına inandığım Seabass Minnow 145'in bazı renkleriyle geçtiğimiz sezon ben de deneme fırsatı buldum. Balığın azaldığı sezon sonuna doğru edindiğim Seabass Minnow 145'ler ile Samsun'da keyifli lüfer avları gerçekleştirdim. Farklı şehirlerde yaşayan arkadaşlarımdan tavsiyem üzerine Seabass Minnow 145 edinenler de bu yem ile birbirinden güzel trofe avlarına imza attılar. Bu avların arasında bence en başarılı olanı sevgili Sefa Sürmelioğlu'nun yakaladığı 3.75 kg'lik kofana. Bu balık Seabass Minnow 145'nin kalitesini gözler önüne seriyor. Gerek aksiyonundan gerekse atış mesafesinden çok memnun kaldığım Seabass Minnow 145'ler bundan böyle takım çantamdaki en güvendiğim maket balıklar arasında olacak.

Kendo markası 2014 yılı içerisinde Seabass Minnow 170 modelini piyasaya sürmeye hazırlanıyor. 17 cm boyunda olması planlanan bu modelin hedefinde iri levrek ve kofana gibi büyük yırtıcılar var. En az kardeşi kadar başarılı olacağına inandığım Seabass Minnow 170'i heyecanla bekliyorum.








26 Aralık 2013 Perşembe

Tanıdık Bir Yüz

29.09.13 - Cuma akşamı yoğun ve yorucu bir mesainin ardından biraz da geç yatınca cumartesi sabahı 05:00'da çalan telefonumun alarmı beni yataktan kaldırmaya yetmedi. Bir gün aradan sonra pazar sabahı dinç ve enerjik bir şekilde uyanıp kendimi deniz kenarına attım. Diğer günlerin aksine su üstünde hiç bir hareket yoktu. Hava aydınlanmadan başladığım maket balık denemelerimden sonuç alamayınca 06:10'da 22 g'lık favori kaşığımla denemeye başladım. Çok geçmeden bir vuruş aldıysam da 5 m bile saramadan balık kurtuldu. Vakit kaybetmeden denemeye devam ettim. Saat 06:36'da çok uzakta bir vuruş daha aldım. Balığın suyun dışına vurmaması için kamışın ucunu olabildiğince suya sokup boşluk vermeden sarmaya başladım. Yarı yolda oltanın ucundaki ağırlık hafifleyince balığın kıyıya doğru yüzdüğünü anladım. O kıyıya doğru fişeklerken ben de süratle misinanın boşunu aldım. Tahmin ettiğim gibi kıyıya 5 m kala balık yön değiştirip tekrar basmaya başladı. O esnada kendini suyun dışına atıp müthiş bir hızla vücudunu silkeledi. Lüferin en etkili kurtulma taktiği işe yaramamıştı. Balık hala kaşığın ucundaydı. Bir kaç tur daha sarıp balığı arkama fırlattım. Otların arasına düşünce savaşı kaybettiğini anladı. Sarı gözleriyle bana bakarken hırsından dişlerini sıkıyordu. Sonra birden yüzüm ona tanıdık geldi. Geçtiğimiz sene bu günlerde bir kez daha karşılaşmıştık. Onu incitmeden kancadan çıkarıp suya bırakırken "büyü de gel" deyişimi hatırladı. Sıktığı çenesi gevşedi. Bakışlarına sinirden çok vakur bir ifade yerleşti. Bu bakış, kaderine razı olmanın bakışıydı...


25 Aralık 2013 Çarşamba

Yakala & Bırak

Uzun süredir amatör olarak balık tutup da hayatında hiç balık salmamış olan yoktur diye tahmin ediyorum. En az balık salan bile bir kaç ufak balığı incitmeden suya iade etmiştir. Eskiden olsa bu kadar emin konuşmazdım ama son yıllarda birlikte avlandığım balıkçılar ve sosyal paylaşım platformlarında paylaşımda bulunan balık tutkunlarından edindiğim izlenim her geçen gün biraz daha bilinçlendiğimiz yönünde. Ne mutlu bize ki artık yavaş yavaş asıl amacımızın keyif için balık tutmak olduğunun farkına varıp avladığımız balıkların tamamını et olarak görmekten uzaklaşıyoruz. Saldığımız balık ufacık bir izmarit bile olsa bize yaşattığı duygu tarif edilemez. Bir canlının canını bağışlamanın hazzı, tavada pişirip yemenin hazzından katbekat büyüktür.


Olta balıkçılığı taze balık tüketmek için önemli bir araç olsa da uzun ömürlü ve sportif avcılık yönünden değerli olan bazı balık türleri hiç bir zaman besin kaynağı olarak görülmemelidir. Ülkemiz iç sularında yaşayan sazan ve turna balıkları bu türlere örnek olarak verilebilir. Hepimizin hayalini kurduğu 120 cm üzeri bir turna ve 15 kg üzeri bir sazanın yetişmesi için en az 20 yıl geçmesi gerekir. Kendi hayatınızı gözünüzün önüne getirip düşündüğünüzde 20 yılın çok uzun bir zaman dilimi olduğunu göreceksiniz. Bu türleri salmanın verdiği hazzı bir kenara bırakalım ileride hayalini kurduğumuz trofeleri yakalayabilmemiz de yakala&bırak disiplinini herkesin uyguladığı bir kültür haline getirmemize bağlı.




Önemli bir konunun farkına varmamız gerekir. Olta balıkçılığı gibi büyük tutkulardan olan zıpkın ve kara avcılığına gönül verenlerin, tutkularının kaynağı olan av hayvanlarını avladıktan sonra canlarını bağışlamak gibi bir lüksleri yok. Olta balıkçıları olarak bizlerin ise sahip olduğumuz kaynaklara zarar vermeden dilediğimizce avlanma şansımız var. Ama maalesef bu şansımızın çok fazla farkında değiliz. Bu bilinç er ya da geç bizim ülkemizde de oluşacak. Herkesin balık yatağı kullandığı, yakaladığı devasa balıklarla birbirinden güzel fotoğraflar çektirdikten sonra suya iade ettiği günler gelecek. O günleri hem kendimiz yaşamak hem de çocuklarımıza yaşatmak istiyorsak yakala&bırak mantığını bir an önce benimsemeliyiz. Biz benimsersek bizden örnek alacak olan çocuklarımız zaten benimseyecektir. Size küçük bir tüyo vereyim. Balığı salarken kulağına "büyü de gel" diye fısıldayın. Büyüyüp tekrar geldiğini göreceksiniz.





24 Aralık 2013 Salı

Baltabaş Karagöz

İşte Marmara'da yakalamaktan en çok zevk aldığım balık. Baltabaş karagöz ( Diplodus sargus ), Egelilerin deyimiyle sargoz. Özellikle zıpkıncılar tarafından çok rahatsız edildiği için Marmara'da sadece bazı korunaklı bölgelerde av verir. Bir numaralı yemi canlı iri tekedir. Avı daha çok gece yapıldığı halde gündüz de oltaya vurduğu olur. Bu balık gündüz yakaladığım nadir iri baltabaşlardan olduğu için fotoğrafları en çok içime sinen balık oldu. Gece çektiğim fotoğraflarda makinenin flaşından dolayı karagözü karagöz yapan çizgiler silikleşiyor. Avda kullandığım takım top şamandıra altında 2 m 0.28 mm serbest misina ve ucunda 3 numara sağlam bir kancadan ibaretti. Bildiğiniz bakir meralar varsa ve Marmara'nın ağır abisinin peşine düşmeyi düşünürseniz Ocak-Şubat aylarının karlı ve fırtınalı günlerinde liman mendireklerinin iç tarafındaki kuytu yerlerde denemenizi tavsiye ederim. Mera derin ise şamandıralı takım yerine klasik köstekli dip takımıyla da deneyebilirsiniz. Dip takımını tercih ederseniz köstekleri bir miktar kalın ( 0.30-0.35 mm ) tutmakta fayda var...




23 Aralık 2013 Pazartesi

Savagear Real Eel ( Silikon Yılan Balıkları )

Turna severlere müjde! Tüm dünyada turna avı denilince ilk akla gelen sahte yem olma özelliğini fazlasıyla hak ederek elde eden "Savagear real eel" silikon yılan balıkları artık Türkiye'de. Yakın zamanda Türkiye'ye giriş yapan kendinden ağırlıklı 20 cm'lik yılan balıklarını geçtiğimiz ay ben de deneme fırsatı buldum. 38 g ağırlığındaki bu yem hidrodinamik yapısı ve süper kaygan yüzeyi sayesinde suya girdiği andan itibaren çok daha hafif hissedilerek rahat bir çekiş sağlıyor. Tatmin edici bir atış mesafesine sahip olan bu yılan balıklarının aksiyonu ise tek kelime ile muhteşem. Tam bir trofe avcısı olduğu halde cezbedici aksiyonu sayesinde ufak boydaki turnaları bile avlayabiliyor. 20 cm'lik yılan balığı ile Gelibolu'da gerçekleştirdiğim ilk denemede boyutundan dolayı nispeten küçük turnalarda sorun yaratacağını düşünürken daha üçüncü atışımda yakaladığım 61 cm'lik trofe sayılmayacak bir turnanın yemi neredeyse midesine indirdiğini gördüm. Savagear real eel bundan böyle avcılığından en çok keyif aldığım balık olan turna için vazgeçilmez yemim olacak. Sırf keyif yapmak ve fotoğraf çekmek için çok büyük turnaların olmadığını bildiğim yerlerde avlanırken tercihimi 15 cm'lik yılan balıklarından yana kullanmayı düşünüyorum. 4 g'lık 1 adet jig head ile 3'lü paket halinde satılan 15 cm'lik bu yılan balıklarının en küçüğünden en büyüğüne kadar kandıramayacağı turna yok. 1 Nisan'da açılacak olan yeni turna sezonunda 102 cm olan rekorumu kırmak ve boyutuna bakmaksızın yakaladığım tüm turnaları salmak için sabırsızlanıyorum.







Savagear markasının yetenekli Ürün Geliştirme Müdürü Mads Grosell tarafından hazırlanmış videoyu izleyerek silikon yılan balıklarının çeşitli jig headler ile nasıl kullanılacağı hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz.

http://www.youtube.com/watch?v=yVXO6_xLONg

Modern Sazancılık...

Geçtiğimiz ay ufacık bir göl keşfettim. Bu göl Türkiye'nin en kalabalık şehirlerinden birinin tam merkezinde. Hafta sonları günde en az 100 kişi olta atıyor burada. Fotoğraftaki 14.6 kg'lik pullu sazan geçtiğimiz ay bu ufacık gölette yakalandı. Bu boydaki trofe sazanlar her gün yakalanıyor bu gölette. Ne demek istediğimi hemen anladınız değil mi? Bu gölette yakalanan balığı incitmeden geri salmak herkesin uyguladığı bir adet olmuş. Yasakla değil. Cezayla değil. Geleceğini düşünen bilinçli ve başarılı oltacılar her zaman avlandıkları bu göleti koruyarak, örnek olarak, yabancıları uyararak yerleştirmişler bu bilinci. Bindiği dalı kesmemesini öğretmişler herkese. Bu gölette turnaya olta atarken de gözümün önünde 7 ve 9 kg'lik 2 sazan yakalandı. Video ve fotoğraf çekimi yapılıp balıklar tartıldıktan sonra incitmeden suya salındılar. Hayretler içinde kaldım. Kendimi bir an Almanya'da gibi hissettim. Başka yolu yok arkadaşlar bunun. Limitler dahilinde bile olsa adam başı 5 tane anaç sazanı alıkoyup, çamurun içinde fotoğraflayarak olmaz bu işler. Bu bilinç oluşmazsa şanslı olanlarımız hariç ömrümüz boyunca trofe balık hayaliyle yaşar dururuz. Turna, sazan ve yayın gibi uzun ömürlü, yavaş büyüyen, hassas sulak alanlarda yaşayan balıkları alıkoymamalıyız. Yemek için pekala kısa ömürlü ve sayıca bol olan türler seçilebilir. Bu balığı yakaladıktan sonra incitmeden geri salan Akif Mergan arkadaşımızı canı gönülden tebrik ediyorum. Helal olsun. Delikanlı balıkçı böyle olur...


22 Aralık 2013 Pazar

Okuma Hellios HXG - 35

Uzun zamandır gerçekleştirdiğim spin avlarına ait fotoğraflarda beni Okuma Trio 40 S makine ile görmeye alışıksınız. Şükürler olsun ki 2 senedir sorunsuz kullandığım Trio 40 S ile çok keyifli ve bereketli avlar yapma fırsatım oldu. Benim gibi yoğun av yapan ve avdan sonra makineyi tatlı su ile yıkamaya üşenecek kadar tembel biri için bile fazlasıyla dayanıklı bir makine. 2 sene içinde yaptığım yüzlerce ava rağmen halen tıkır tıkır çalışan Trio 40 S makinemi bundan sonra eşim kullanacak. Benim yeni spin makinem ise Okuma Helios HXG - 35. Türkiye'ye yeni gelen bu makine ile Okuma çıtayı biraz yükseltmişe benziyor. Uzun elyaflı karbon fiber teknolojisi ve alüminyum pirinç dişli sisteminin kullanıldığı Helios, standart grafit çerçeveli makinelerden daha hafif ve dayanıklı hale gelmiş. Hellios HXG - 35'in toplam ağırlığı 250 gram. AR-C kafa, 5:0:1 devir oranı, 8+1 paslanmaz çelik rulman, 5.9 kg drag gücü ve 1 turda 73.7 cm misina sarım hızı ile üstün özellikli bir spin makinesi. Ben spin makinesi seçiminde teknik özelliklerin yanında şıklığa da çok önem veririm. Yerde fotoğrafladığım balıkların yanına referans olması için pet şişe gibi objeler yerine avda kullandığım kamış ve makineyi koymayı tercih ettiğim için makinenin göze hitap etmesine özen gösteririm. Helios şıklık konusunda da benden tam not aldı. Umarım yeni sezonda eski makinemle olduğu gibi Helios ile de keyifli ve bereketli avlar yapma fırsatı bulabilirim...

Okuma Helios HXG -  35

Aşağıda da emektar makinem Okuma Trio 40 S ile yaptığım avlara ait bazı fotoğrafları paylaşıyorum...









Kanca Çıkartma Aparatı

Yeni sezonda yakaladığım turnaların tamamını zarar vermeden suya iade etme kararı aldıktan sonra sahte yemi yutan turnaları ölümcül şekilde yaralamadan nasıl kancadan kurtaracağımı düşünmeye başlamıştım. Bu iş için kullanılan penselerin yanında çeşitli kanca çıkartma aparatlarının da olduğunu bildiğim halde daha önce hiç kullanma fırsatım olmadı. Havaların çok soğuk ve turna sezonunun kapalı olduğu şu günlerde çoğu amatör balıkçı gibi ben de yeni sezonda kullanacağım malzemeleri toplayarak oyalanıyorum. Bu sefer yeni edindiğim malzemelerin arasına 2 adet de kanca çıkartma aparatı ekledim. Bu aparatlardan bir tanesini küçük ağızlı balıklar için diğerini ise turna, levrek gibi büyük ağızlı balıklar için kullanmayı düşünüyorum. Umarım yeni sezonda çokça balığı incitmeden suya iade etme mutluluğuna erişebilirim...