19 Aralık 2012 Çarşamba

Iskartaya Savaş: Fish Fight

Biz lüfere getirilen 20 santimetre kısıtlamasını, tezgahlarda yavru balık satışını tartışaduralım, çok da uzağımızda olmayan bir coğrafyada konu bambaşka bir açıdan ele alınıyor. İngiliz gazeteci, yemek yazarı ve gıda aktivisti Hugh Fearnley-Whittingstall'un başlattığı Fish Fight kampanyası her geçen gün destekçi sayısını artıyor. Kampanya Avrupa Birliği'nin getirmiş olduğu katı kurallar gereğince ıskarta edilerek denize dökülen balıkların piyasaya sunularak değerlendirilmesini öneriyor. Sadece hedef tür avcılığına izin veren regülasyonlar ve avlanma kotaları nedeniyle her seferinde tüketilebilecek nitelikteki çok miktarda balığın ölü olarak denize döküldüğüne dikkat çekilen kampanyada, çözüm olarak bu balıkların tüketime sunularak balık talebinin karşılanmasına yardımcı olunması öneriliyor.

Kuzey Denizi'nde yapılan avların dörtte birinin (kampanyanın iddia ettiğine göre yarısının) ıskarta olarak denize dökülen balıklardan oluştuğu göz önüne alındığında, bu öneri çok da yersiz durmuyor. Zira, dökülen balık, karşılanamayan talep anlamına geliyor; bu da balıkçıları balık talebini karşılamak amacıyla tekrar av yapmaya ve daha fazla ıskarta balığı denize dökmeye zorluyor. Programın talep ettiği doğrultuda bu balıklar tüketiciye ulaştırılarak balık israfının önüne geçilmiş olacak.

Halihazırda söz konusu ıskarta politikasını benimsemiş ülkeler de bulunmakta. Kanada, bu ülkelere bir örnek. Kanada'daki balıkçılık mevzuatı gereğince, sadece salınma sonrası yüksek yaşama şansı olan balıkların denize iade edilmesine izin veriliyor. Bunun dışında güverteye çıkan balığı denize geri dökmek suç teşkil ediyor.

Kampanya, Greenpeace, WWF gibi önemli çevre kuruluşlarının da desteğini arkasına alıyor. Bununla birlikte, yürütülen kampanyanın ve önerdiği çözüm yollarının çok büyük bir hassasiyetle ele alınması gerekiyor. Getirilen çözümün yavru balık avcılığını teşvik edebileceği bir gerçek... Bunın yanında önerilen çözümün tek başına sorunun kaynağına ulaşmakta yetersiz kaldığı da göz ardı edilmemeli. Kampanyanın her şeyden önce, ıskarta av oranını düşürecek projelerle desteklenmesi gerekiyor. Aynı zamanda sadece denizdeki değil, kıyıdaki balık israfına da dikkat çekilmeli.

Kampanyanın içeriği hakkında daha detaylı bilgi almak için www.fishfight.net adresini ziyaret edebilirsiniz.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Lüfer Tutkusu


Karadeniz’de eylül ayı bereket ayıdır. Özellikle spin avcılığını seven tüm amatör balıkçılar heyecanla bu ayın gelmesini bekler.  Lüfer, levrek, palamut gibi yırtıcı balıklar soğuk kış aylarından önce mümkün olduğu kadar fazla balık yiyerek yağlanır. Bahar aylarında yumurtadan çıkan lüfer yavruları, yaz boyunca çok küçük balıklar ve planktonlarla beslendikten sonra nihayet eylül ayında defne yaprağı olmaktan çıkarak canavar lakaplarına yakışacak şekilde vahşice avlanan çinekoplar haline dönüşür. Lüfer denizlerin en yırtıcı balığı olarak kabul edilir. Cüsselerine oranla büyük balıklarla beslenmeleri, av esnasındaki süratleri, jilet gibi keskin dişlere sahip kuvvetli çeneleri ve oburlukları bu balığı denizlerin en yırtıcı balığı yapmıştır. Belki de bu yüzden lüfer avının çoğu amatör balıkçı için yeri ayrıdır.




Tek bir lüfer yakalamanın hayaliyle gece gündüz, sıcak soğuk demeden uğraşır lüfer avcısı. Kimi şansını at-çek yaparak, kimi mantarlı dip takımıyla, kimi uzun oltayla, kimi ise zokayla dener. Tek bir amaç vardır, o da sarı gözlü, asık suratlı, denizlerin en kabadayı balığını kandırmak. Lüfer tarih boyunca bu denizlerle haşır neşir olan insanların kültürüne işlemiş, edebiyatımıza girmiş, padişahlar zamanında uğruna gümüş zokalar dökülmüş ve özellikle İstanbul Boğazı’yla özdeşleşmiş bir balıktır. Lüferin en güzel isimlerinden biri olan "Boğazın Sultanı" ismi de buradan gelmektedir. 

Lüfer balığı denizciler için bu denli değerli olduğundan büyüme evrelerindeki her boyu için farklı isimler almıştır. Bazı kaynaklarda lüferin büyüme evrelerine göre aldığı isimler santimetre cinsinden boy aralıklarına göre sınıflandırılmıştır. Örneğin Rahmetli Üstad Ali Pasiner’in “Balık ve Olta” kitabında 10 cm’ye kadar defne yaprağı, 10-18 cm arası çinakop, 18-25 cm arası sarıkanat, 25-35 cm arası lüfer, 35 cm’den sonra ise kofana olarak sınıflandırma yapılmıştır. Tahminim Rahmetli Üstad Ali Pasiner bu sınıflandırmayı yaparken ölçümlerini kuyruk uzunluklarını hariç tutarak ya da çatal boy ( burundan kuyruk çatalına kadar olan uzunluk ) yapmıştır. Günümüzde ise balık boylarının ölçümü burundan kuyruk en uç noktasına kadar yapılmaktadır.

Esasında hepsi aynı balık olduğundan bu sınıflandırmayı yaparken kesin çizgiler koymak çok doğru değildir. Göreceli bir konu olmasına rağmen benim sınıflandırmam şöyle: 15 cm’ye kadar defne yaprağı, 15-22 cm arası çinakop, 22-25 cm arası kaba çinakop, 25-30 cm arası sarıkanat, 30-35 cm arası lüfer, 35-40 cm arası kaba lüfer, 40 cm üzeri ise kofana ismini almaktadır. Bu sınıflandırmayı yüzlerce farklı boydaki balığı inceleyerek, uzunluk ve ağırlıklarını ölçerek oluşturdum. Benim sınıflandırmama göre 15 cm’den sonra balık sırttan kalınlaşmaya ve yaprak görünümünü yitirmeye başladığı için çinekop ismini alır. 22 cm’den sonraki çinekop ise 120 g ağırlığa ulaşmış, iyice kalınlaşmış ve saldırganlaşmıştır. Gönül kaba çinakop boyutundaki balıklara sarıkanat demek istese de, sarıkanat diyebilmemiz için balığın 25 cm’e ulaşması gerekir. Bu boydaki bir balık ise en az 150 g ağırlığındadır. 30 cm’lik bir lüfer ortalama 300 g'dır. 32 cm’ken ortalama 350 g, 33 cm’ken 385 g, 35 cm’ken 415 g, 36 cm’ken 450 g, 40 cm’ken ise 600 g ağırlığındadır. Yapmış olduğum avlarda ölçtüğüm bu değerler balığın beslenmesine göre farklılık gösterebilir. 










Lüfer avı birçok farklı şekilde yapılabilse de at-çek yönteminin bendeki yeri ayrıdır. Bu yöntemde kullanılan kandırıcılar arasında en yaygın olanları kaşıklar ve sert plastikten imal dalan ya da su üstünden gelen tipteki maket balıklardır. At-çek yöntemiyle lüfer avı sabır isteyen bir iştir. Özellikle sabahın ilk ışıkları ve akşam saatleri olmak üzere doğru zamanda doğru yerde sabırla at-çek yapmayı gerektirir. 

At-çek avında kullanılan kaşıkların sahip olması gereken bir takım özellikler vardır. Bu özelliklerin başında atış mesafesi ve kaşığın su içindeki parıltısı gelir. Kaşıkların maket balıklara göre en büyük avantajı atış mesafesinin fazla olmasıdır. Atış mesafesini etkileyen faktörler ise kaşığın ağırlığı ve şeklidir. Uzun atışlar için kaşığın fırlatılma esnasında havada yalpa yapmadan minimum sürtünmeyle süzülmesi gerekir. Kaşığın bu şekilde süzülmesi ağırlığı ve şekliyle alakalı olmakla beraber atış tekniği ve rüzgar da süzülmeyi etkileyen faktörler arasındadır. Örneğin rüzgar arkadan alındığında kaşığın havada yalpa yapmadan süzülmesi daha kolayken, kafadan alınan rüzgarda bunu sağlamak daha güçtür. Kaşığın su içinde çekilirken yaptığı hareket periyodik olarak sağa ve sola devrilme şeklindedir. Parlak yapıda olan kaşıklar bu devrilmeler esnasında güneşten aldığı ışığı yansıtarak çakarlı (yanıp sönen) bir görüntü oluşturur. Bir kaşık ne kadar enli yapıdaysa o kadar belirgin çakar yapar. Hedeflenen balığın büyüklüğüne göre kullanılan kaşığın büyüklüğü de farklılık gösterir. 



Bence lüfer avında kullanılan kaşıkların maket balıklara göre en büyük dezavantajı balık kaçırma oranlarının yüksek olmasıdır. Genellikle kaşıkların üzerlerinde tek bir adet üçlü kanca bulunur. Kaşığa yakalan lüfer kurtulmak için doğası gereği ilk fırsatta su üstüne çıkmak ister. Suyun içinde bile en süratli balıklardan biri olan lüferin suyun dışındaki hızı muazzam seviyededir. Ağzındaki kaşıkla suyun dışına fırlayan lüfer kafasını sağa sola büyük bir süratle sallar. Bu esnada kaşığın da ağırlığıyla çenesi parçalanarak kancadan kurtulmayı başarır. Lüfer maket balığa yakalandığında ise çoğu zaman maket balığın birden fazla kancası balığın vücuduna saplanır. Her zamanki gibi suyun dışında kafa sallama hareketini yapsa bile hafif olan maket balık da balığın hareketine eşlik ettiği için kurtulma şansı kaşığa göre daha düşüktür. Maket balıklar kaşık gibi hızlı bir şekilde suyun dibine batmadığından balıkçı maket balığı istediği süratte çekebilir ya da durdurabilir. 

Maket balıkların kaşıklara göre bir diğer avantajı ise güneşten aldıkları ışığı yansıtmak zorunda olmadıkları için gece de kullanılabilmeleridir. Kaşıklar ise gün ışığında ya da gece çevrede denize vuran bir ışık kaynağı olduğunda kullanılabilir. Lüferlerin başlıca avları arasında zargana gibi uzun balıklar geldiğinden hemen hemen kendi boylarındaki uzun yapılı maket balıklara da saldırmaktadır. Kaba lüfer ve kofana avlarında genellikle 18 cm’e kadar olan maket balıklar kullanılırken, çinakop avında 7-9 cm’lik maket balıklar tercih edilir. Lüfer avında kullanılan maket balıkların sahip olması gereken özelliklerin başında da atış mesafesi ve yüzüş aksiyonu gelir. Maket balıkların atış mesafesi de ağırlıkları ve şekilleriyle alakalıyken, yüzüş aksiyonları gaga şekilleriyle alakalıdır. Bir maket balığın gagası ne kadar büyükse yüzüş derinliği de o kadar fazladır. Gagasız maket balıklar ise tamamen su üstünden gelir. Gaganın görevi maket balığın hem yüzüş derinliğini hem de aksiyonunu ayarlamaktır. Düze yakın şekilde yüzen maket balıklar kullanırken arada kamışın ucunu sertçe hareket ettirerek aksiyon vermek avın verimini arttırabilir. 




Balıkçı avda maket balık mı yoksa kaşık mı kullanacağına karar verirken av bölgesinin şartlarını göz önünde bulundurmalıdır.  Bir avda tek bir kaşık ya da maket balık kullanmak yerine farklı kaşık ve maket balıklar da denenebilir. Böyle durumlarda takıp çıkarma kolaylığı sağlaması açısından ufak klipsler kullanmakta fayda vardır. Hangi yemle yakalanmış olursa olsun oltaya yakalanan lüfer, suyun dışına fırlamasını önlemek için, boşluk vermeden hızlı bir şekilde çekilmelidir. Mümkünse kamışın ucu suya sokularak balığın daha derinden gelmesi de sağlanabilir. Lüfer avında oltaya her an bir levrek de gelebileceğinden takım daha büyük balıklar için de uygun olmalıdır. Ben de eylül ayı içersinde canlı yemle lüfer avlamaya çalışırken şans eseri 1.3 kg’lik yakışıklı bir levrek yakalama şansı buldum. 

Son olarak lüfer avında dikkate edilmesi gereken bir konuya daha değinmek istiyorum. Oltaya yakalanan lüfer kancadan çıkarılırken balığın jilet gibi keskin olan dişlerinden ve yemin kancalarından sakınılmalıdır. Şayet kanca kaza sonucu çengeliyle  beraber balıkçının etine saplanmışsa kanca hareket ettirilmeden en yakın Sağlık ocağına gidilmelidir. Burada kancanın battığı yer lokal olarak uyuşturulduktan sonra kanca cerrahi operasyonla acısız çıkarılmaktadır. Ne yazık ki çok yakın zaman önce bizzat bu operasyonu geçirmek durumunda kaldım. Tüm zorluklarına rağmen lüfer avı her amatör balıkçının rüyalarını süslemeye devam edecektir. Denizlerin asabi yakışıklısın peşinde koşarken tüm balık sevdalılarına rast gele… 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Zokalı Takımla Pulaterina Avı

Lüferin önce batı Karadeniz’e, ardından da Marmara’ya çekilmesiyle birlikte Karadeniz çevresinde amatör balıkçıların 2-3 aydır peşinden koşturduğu en gözde balığının izine çok az rastlanır oldu. Şu günlerde sabah havanın aydınlandığı saatlerde belli başlı yerlerde sabırla denendiği taktirde sahte balıkla 2 kg civarı levrekler alınabiliyorsa da balık çok seyrek olduğu için genelde avdan boş dönülüyor. Ben de bazı sabahlar levrek peşinde koşmama rağmen bu sezon yalnızca bir levreği kandırabildim. Neyse ki lüfer bakımından son derece bereketli bir sezon geçirdiğim için levreğin yokluğunu pek de hissetmedim. Son zamanlarda lüferin yokluğunda alternatif bir balık arayışına girmiştim. Geçen sene bu zamanlarda çok keyifli zargana avları yapmama rağmen lüfer bolluğundan olsa gerek bu sene zarganadan eser yok. Son iki hafta sonu birer gün Bafra Derbent barajındaki alabalık denemelerimden de kayda değer bir sonuç alamayınca avcılığından en çok keyif aldığım balıklardan biri olan kefale denemeye karar verdim.

Civardaki kefalleri toplayarak boyutlarını tespit edebilmek için öncelikle birkaç gün boyunca bölgeyi ekmekle yemledim. Ne kadar uğraştıysam da yemlediğim ekmeklere ufak boydaki altınbaş ( Liza aurata ) kefallerden başka rağbet eden olmadı. Benim istediğimse trofe boylardaki altınbaş kefal ( diğer bir deyişle sarıkulak ), mavri kefal ( Chellon labrosus), ya da pulaterinaydı ( Liza ramada ). Çok kuvvetli ve hareketli balıklar olan kefal türlerinin avı biraz zahmetli olsa da irilerini yakalamak son derece keyifli ve heyecanlıdır. Gündüzleri ekmek içiyle yemlediğim şeytan oltasıyla birkaç ilarya yakaladıktan sonra yöntem değiştirmeye karar verdim. Gece bol ışık alan yaklaşık 5.5 m derinliğindeki bir yeri iş arkadaşlarımla beraber yemek için aldığımız 6 kg istavritin kafa ve iç organlarıyla yemledim. Geçtiğimiz sene aynı dönemlerde gece zokalı çinekop takımıyla tesadüfen çok iri pulaterinalar almıştım. Bu defa takım ve yem üzerinde ufak değişiklikler yaparak şansımı arttırmayı planlıyordum. Geçen sene kullandığım 2.5 g’lık zokaları, 1 g’lık daha ufak kancalı zokalarla ( jig head) değiştirdim. Yemleri ise istavrit etinden derisi soyulmuş daha küçük parçalar halinde hazırladım. Yemin derisini soymamdaki amaç yemi emerek çok küçük lokmalar halinde yemeye meyilli olan kefalin işini kolaylaştırmaktı.

Spin kamışımın makinesinde sarılı olan 0.22 mm misinanın ucuna bağladığım ufacık zokayı kanca tamamen kapanacak şekilde yemledikten sonra balık artıklarını döktüğüm yere indirdikten sonra dipten 1 karış yukarı kaldırıp beklemeye başladım. Kefalin yeme dokunması çok yumuşak olduğundan balığın vurduğunu hissetmek için kamışın ucunu mümkün mertebe sabit tutmaya çalışıyordum. Çok kısa bir bekleyişten sonra kamışın ucunda belli belirsiz bir kıpırdanma oldu. Yeme dokunanın kefal olduğunu hemen anladım. Birkaç saniye yemi dudaklarının arasında emdikten sonra yemi ağzına almış olacak ki, kamışın ucu önce hafif hafif titredi daha sonra ağırlaşarak eğildi. Tam bu esnada tasmayı taktım. Gelen 250 g civarı yakışıklı bir kefaldi. Balığı incelediğimde tahmin ettiğim gibi pulaterina olduğunu fark ettim.





Pulaterina ve altınbaş kefaller solungaç kapaklarının üstünde bulunan sarı lekelerin tamamen aynı olmasından dolayı karıştırılsalar da dikkatli bakıldığında fark edilebilecek bazı ayırt edici özelliklere sahiptirler. Örneğin pulaterinanın vücudu altınbaş kefale göre yanlardan daha basık ve keskin hatlara sahiptir. Ayrıca pulaterinanın dudakları daha ince, burnu daha sivri ve vücuduna paralel uzanan çizgileri daha siliktir. Pulaterinalar ve altınbaş kefallerin beslenme alışkanlıkları da farklılıklar gösterir. Altınbaş kefaller bitkisel ağırlıklı beslenirken, pulaterinaların menüsünün başında balık leşleri gelir. Bu nedenle altınbaş kefal avında ekmek, pulaterina avında ise balık eti tercih edilmelidir.






Oltayı atar atmaz yakaladığım ilk balık keyfimi yerine getirmişti. Aşağıda güzel bir sürü olduğu belliydi. Aralarında mutlaka iri boy kefaller de olmalıydı. Vakit kaybetmeden zokamı derisi soyulmuş istavrit parçasıyla yemleyip tekrar aşağı indirdim. Birkaç saniye bekledikten sonra kamışın ucunda yine o belli belirsiz titremeyi, ardından da ağırlığı hissettim. Doğru zamanda tasmalayıp yaklaşık aynı boyda bir pulaterina daha yakaladım. Üçüncü atışımda da anında balık vurmasına rağmen bu defa tasmalama zamanını ayarlayamadığım için balığı kaçırdım. Derisi soyulmuş balık eti çok yumuşak olduğundan yanlış tasmalama yaptığımda kolaylıkla kancadan düşüyordu. Kah yakalayıp kah kaçırarak bir süre ava devam ettikten sonra biraz da istavrit etinin derisini soymadan denemeye karar verdim. İyi ki de denemişim. Pulaterinalar derisi soyulmamış istavrit etini de kolaylıkla yutuyordu. Derisi soyulmamış istavrit eti daha sağlam olduğundan tasmalama zamanını ayarlayamasam bile yem düşmediği için beklemeye devam edebiliyordum. Bu sayede hemen hemen her atışımda balık yakaladım. Ağırlıkları 150-450 g arasında değişen onlarca pulaterina yakalamama rağmen hala istediğim irilikte bir balık alamamıştım. 200 g altındaki bir çok balığı geri salmama rağmen yavaş yavaş günlük limitime yaklaşıyordum.

Derisi soyulmamış irice bir istavrit parçasıyla yemlediğim zokamı tekrar dibe indirdim. Anında kamışımın ucu titremeye başladı. Aşağıdaki balık bir süre yemimi emdikten sonra ağzına alıp kamışımın ucunu eğdi. Tasmayı taklamla birlikte bu defakinin iri bir balık olduğunu anladım. Avın başından beri ilk defa kalamam açılıyordu. Kısa bir mücadeleden sonra yorulan balığı yüzeye çıkarmayı başardım. Trofe sayılmasa da hatrı sayılır büyüklükte bir pulaterinaydı. Her ihtimale karşı riske girmeyip balığı dışarı alırken kepçe kullandım. Zokamın neredeyse tamamını yuttuğunu fark ettiğimde pulaterinaların diğer kefal türlerine nazaran yeme daha iştahlı saldırdıklarına kanaat getirdim. Bu balıktan sonra avı sonlandırdım.

Yakaladığım 16 balığın toplam ağırlı 4.380 kg, son yakaladığım en büyük balıksa 605 g geldi. İstediğim büyüklükte bir trofe yakalayamasam da son derece bereketli ve keyifli bir av yaşadım. Ertesi gün fileto halde kızarttığım balıkları arkadaşlarımla yemesi ise bir başka keyifliydi.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Denizden Çıkan Öyküler

Bugüne dek ağırlıklı olarak avlarımdan, deniz yaşamından, balıklarla ve balıkçılarla ilgili gözlemlerimden bahsettim bu sayfada. Bu yazımı ise daha farklı bir konuya, modern Türk edebiyatının en önemli öykücülerinden Sait Faik Abasıyanık'a ayırmaya karar verdim. Denizle, balıklarla, edebiyatın yolunu kesiştiren bu büyük yazardan bahsetmek istiyorum bugün.



Sait Faik'in yaşam öyküsü onun yosun kokan, balık kokan öykülerinin de kaynağı aynı zamanda. Adapazarı doğumlu Abasıyanık, İstanbul Erkek Lisesi ve Bursa Erkek Lisesi'nde okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Türkoloji bölümüne girer. Burada kısa bir süre okuduktan sonra, iktisat öğrenimi görmek üzere yurtdışına gider. Yurtdışı yaşantısından sonra bir süre öğretmenlik yapan, ardından babasının mesleğine devam eden yazar, bu işlerde başarısız olunca hayatını yazarak devam ettirme kararı alır. Babasının vefatının ardından 1939 yılında annesiyle Burgazada'ya yerleşen yazarın denizle yolu da tam burada kesişir. Ada'da dört yanı denizle çevrili hayatı, adanın balıkçılarıyla kurduğu dostluklar Sait Faik'in öykülerine yansır. Onun öykülerini okurken kendinizi bazen Burgazada'nın hanımeli kokan sokaklarında dolaşırken, bazen Sivriada'nın taşlarında demir üstünde karagöz beklerken bulursunuz. Abasıyanık öykülerinde balıkçıların ekmek kavgalarından, ada insanın günlük yaşantısına dek birçok farklı konu işler.

Sait Faik'in öykülerini bir deniz aşığı olarak okumak ise bambaşka bir keyiftir. Yazarın birçok öyküsünde Marmara'nın artık sadece anılarda kalan o eski canlılığının içinde bulursunuz kendinizi. Mağaraları mesken tutan Akdeniz fokları, açık sularda devriye gezen orkinoslar, derin taşlıkların kralı sinaritler, ve daha niceleri... uskumrular, kolyozlar, kılıç balıkları, ıstakozlar... hepsi siz oradaymışçasına gözünüzde canlanır. Belki de Sait Faik'in eserlerinin en keyifsiz yanı bu öykülerde bahsi geçen yerlerin bugünkü bozulmuşluğuna, ıssızlığına şahit olmaktır. Eskiden fokların yuva yaptığı mağaralar artık derin bir sessizlik içindedir. Orkinosların, kılıçbalıklarının avlandığı takımlar ise çürümeye terk edilmiştir. Adalar ise bir daha dönmeyecek eski sakinlerinin özlemiyle, İstanbul'un günübirlik ziyaretçilerinin gürültüsüne ve kirliliğine teslim olmuştur.

Eğer deniz hakkında yazılan iki satırı bile okumaktan keyif alıyorsanız, eğer eski İstanbul'da ve Adalar'da bir gezintiye çıkmak istiyorsanız, eğer bir dülger balığının ölümünün ne kadar dramatik ve sanatsal olacağını hayal edemiyorsanız, Ekim ayında İş Bankası Yayınları'nın derleyip yayımladığı Sait Faik Abasıyanık kitap serisini okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

22 Kasım 2012 Perşembe

Artık İki Kişiyiz

Bugünden itibaren sevgili dostum Savaş Dursun da harika av fotografları eşliğinde birbirinden güzel yazılarını burada paylaşacak. Kendisinin gerek birikimiyle, gerek araştırmacı yönüyle bloga yepyeni bir boyut kazandıracağına olan inancım tam.

Bundan böyle çok daha güncel yazılar eşliğinde siz takipçilerimizin karşısında olmayı hedefliyoruz. Savaş'a buradan yazılarında başarılar, sizlere ise içinde bulunduğumuz av sezonunda iyi avlar diliyorum.

Görüşmek üzere...

21 Kasım 2012 Çarşamba

Turna Peşinde Bir Hafta

2012 eylül ayı benim açımdan son derece bereketli geçmişti. Samsun'da at-çek yöntemiyle lüfer ve sarıkanat yakalamanın keyfine fazlasıyla doydum. Sudan havalandırdığım lüferlerin havada çırpınırken çıkardığı “pırrr” sesi hala kulaklarımdan gitmiyor. Ekim ayının başında ise içim farklı bir balığı yakalama arzusuyla doldu. Senelik iznimin bir haftalık kısmını memleketim olan Amasya’da hayallerini kurduğum büyüklükte bir turna balığının peşinde koşarak geçirmeye karar verdim. Avlanacağım barajda eylül ayının ortalarında birkaç kişinin güzel turnalar aldığı ama son zamanlarda balığın kestiği haberini almıştım. Balığın çok seyrek olduğunu bilmeme rağmen hayallerimdeki trofe turnayı yakalamak için sabırla at-çek yapmaya kararlıydım.

Amasya’ya varmamın ertesi günü sabah 06:30’da Erdoğan Özen abimle tulumlarımızı giyerek ağaçların arasından suyun içinde olta atacağımız yere doğru ilerlemeye başladık. Bu av için makineme 0.28 mm’lik kaliteli bir misina sarmıştım. Aslında deniz avlarında kullandığım spin takımlarda çok daha ince misinalar kullanırım fakat bu barajda 10 kg’nin üzerinde turnalar yakalandığını bildiğim için işi garantiye aldım. Erdoğan abinin de, benim de misinalarımızın ucunda 3 numara klasik 24 g’lık kaşıklar takılıydı. Kaşıkları direk misinaya bağlamak yerine, turnanın kaşığın tamamını yutup dişleriyle misinayı kesmesini önlemek için kaşığın önünde 20 cm’lik çelik köstekler kullandık. Büyük bir heyecanla başladığım av, saatler geçtikten sonra sıkıcı bir hal almaya başlasa da kendime verdiğim sözü hatırlayarak pes etmeden ava devam ettim. Akşam hava kararana kadar birkaç kısa yemek ve dinlenme molası hariç sürekli at-çek yapmamıza rağmen tek bir balık bile vurmadı. Biraz şevkim kırılsa da bu tarz avların sabır gerektirdiğini bildiğim için ertesi sabah denemeye devam etme kararı aldım. Ertesi gün de sabah erken saatlerden öğlene kadar tek bir vuruş bile almadan at-çek yaptıktan sonra büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak pes ettim.

Yorulmuş ve ümidimi kaybetmiştim. Bütün iznimi bu şekilde heba etmektense kalan günlerimi kendi geliştirdiğim kıyıdan jigging aksiyonuyla tatlı su levreğine deneyerek geçirme kararı aldım. Ertesi sabah 30-40 g’lık çeşitli jiglerle son derece bereketli bir tatlısu levreği avı gerçekleştirdim. Yakaladığım tatlısu levreklerinin boyutları bu barajın ortalamasının oldukça üzerindeydi. Ağırlıkları 200-350 g arasında değişen bu balıkları yakalamak çok keyifli olsa da, neden bu barajda yıllardır avlanmama rağmen daha iri levreklere hiç rastlamadığımı merak ediyordum. Sabahki keyifli avdan sonra turna aşkım yeniden alevlendi. Akşam suyunda kendimi yine göğsüme kadar suyun içinde kaşık atar halde buldum. Maalesef sonuç yine hüsran oldu.




Tatilimin dördüncü günü sabahı yine muhtelif jiglerle keyifli bir tatlısu levreği avına başladım. Havada sürtünmesi çok az olan bu jigleri ciddi mesafelere atabiliyordum. Standart boylarda epey bir tatlısu levreği aldıktan sonra neredeyse 100 metreye yakın bir mesafeye gönderdiğim jige sağlam bir balık yapıştı. Kendi türüne göre hatrı sayılır bir mücadeleden sonra kenara getirdiğim balığı görünce bu barajda gördüğüm en büyük tatlısu levreğini yakalamış olduğumu fark ettim. Kıpkırmızı kanatlarıyla çok yakışıklı ve tombul bir levrekti bu.  Eve döndükten sonra tarttığımda 667 g’lık bu balığın Ankara’da yakaladığım 1300 g’lık balıktan sonra hayatımın en büyük ikinci tatlısu levreği olduğunu öğrenecektim.

Bu balıktan sonra keyfim biraz yerine geldi. Saat henüz sabahın 10’uydu ve güne trofe bir tatlısu levreği yakalayarak başlamıştım. Belki de şansım döndüğü için bugün hayallerimin turnasını yakalayabilirim diye düşündüm. Hemen arabaya atlayıp turna merama geri döndüm. Fakat bu sefer kullandığım kaşığı değiştirerek deniz avlarında vazgeçilmezim olan 22 g'lık kaşıkla denemeye başladım.

At-çeke başlayalı henüz 15 dk olmuştu ki aniden kaşık olduğu yerde mıhlandı. Bir anlık kaşığın dibe takıldığını düşündüysem de oltanın ucundakinin dev bir balık olduğunu anladım. Balık suyun içindeki ağaçlara çok yakın bir yerde yapıştığı için beni çetin bir mücadele bekliyordu. Eğer balık ağaçların içine girerse misinayı kestirip koparması işten bile değildi. Mücadele çok kısa sürdü. Maalesef korktuğum başıma geldi ve turna ağaçların arasına yatarak misinayı koparmayı başardı. Balıkla mücadele esnasında aşırı heyecanlanmama rağmen ne zaman büyük bir balık kaçırsam soğuk kanlı kalmayı başarmışımdır. Bu sefer de yanımda mücadelemi izleyen balıkçıdan daha az üzüntümü belli ederek tulumumun cebindeki kutudan çıkardığım yedek çelik tel ve kaşığı takarak ava devam ettim. Aradan çok zaman geçmeden bir balık daha yapıştı. Bu sefer ağaçlık bölgeden uzakta yapıştığı için mutluydum. Ağır, ağır makarayı sarmaya başladım. İçimden balığın büyüklüğü hakkında tahminde bulunmaya çalışırken yaklaşık 3 kg’lik bir turna tüm asaletiyle suyun dışına fırlayıp vücudunu silkeledi. Bu hareketiyle kaşığı ağzından atacak diye paniklediysem de korktuğum olmadı. Balık hala oltanın ucundaydı. Oltayı bir miktar sardıktan sonra yine suyun dışına fırladı. Hala oltanın ucunda olduğuna göre kanca sağlam takılmıştı. Suyun dışına fırlamaları hariç suyun içindeyken balık tahmin ettiğimden daha sakin bir şekilde yaklaşıyordu. Yanımdaki balıkçı suyun içindeki ağaçlardan birinin dalına astığım kepçeyi alarak yardıma geldi. Ona sakin bir şekilde kepçeyi suyun içinde tutmasını söyledikten sonra balığı usulca kepçenin içine sokmayı başardım. Her güzel avdan sonra yaşadığım tarif edilmez bir mutluluk sardı içimi. Derisindeki ve yüzgeçlerindeki desenlerin güzelliğine bir kez daha hayran oldum. Artık başka balık yakalamasam da olurdu. Hayallerime ulaşmanın rahatlığıyla kısa bir süre daha deneyip avı sonlandırdım. O günden itibaren favori lüfer kaşığım turna avında da vazgeçilmez kaşığım oldu.



Beşinci gün sabahı da ilk olarak kıyıdan jigging yöntemiyle tatlı su levreğine denedim. Kısa sürede yemelik balığımı yakaladıktan sonra avı sonlandırarak önceki gün turnaları aldığım yere gittim. Yarım saatlik kısa bir bekleyişten sonra bir balık daha yapıştı. Şükürler olsun ki aynı boydaki bu turnayı da kepçenin içine sokmayı başardım. Uzunca bir fotoğraf çektirme faslından sonra avı sonlandırarak evin yolunu tuttum. Tatilimin son gününde de öğlene kadar aynı merada turnaya denedim. 1.5 kg’lik bir turna alıp, biraz daha büyüğünü suyun dışına fırladığı sırada kaçırdım. 

Amasya’da birbirinden keyifli balık avlarıyla geçirdiğim tatilimden Samsun’a dönüş yolunda üzerimde tatlı bir yorgunluk vardı. Samsun’a döner dönmez ilk işim albümümün en güzel parçaları arasına girecek olan turna ve tatlı su levreği fotoğraflarını bastırmak oldu. Her ne kadar bu tatilimde yakaladığım balıklar çok iri trofeler olmasa da benim için her zaman farklı bir anısı olacağına inanıyorum.





17 Kasım 2012 Cumartesi

Dağdan İndim Denize - Final

Günlerdir süren, kimi zaman fırtına şiddetinde esen keşişleme balığı dağıttığı yetmiyormuş gibi, av keyfini de tamamen öldürmüştü. Sırf bu yüzden son iki gün sabah suyuna dahi kalkmamıştım. Hava tahmin sitelerinde rüzgarın döneceğim günün öncesinde geceden duracağı görülüyordu. Bu benim güzel bir kapanış yapmam için son fırsatım olabilirdi.

Bodrum'da avlanmaya başladığım 2010 yılından bu yana tuttuğum balıkların tamamına yakınını aynı avlaktan almıştım. İlk zamanlar alternatif avlaklar keşfetme konusunda bir hayli hevesliydim. Zamanla denediğim diğer avlaklardan verim alamayıp, tek bir noktadan üst üste güzel balıklar alınca, ben de bu noktada ısrarcı davranmaya başlamıştım. Burası beni ne vezir, ne de rezil ediyordu. Her yazımda bahsettiğim gibi bu avlakta avlandığım ilk gün güzel avlar yapıyor, ertesi günler ise kaydadeğer bir av yapamıyordum. Her ne kadar bu durumu kendimce ilk günün laneti diye adlandırdıysam da, bunun mantıklı bir açıklaması olması gerektiğini biliyordum. Bu kadar belirgin bir durum tesadüfle açıklanamazdı. Belki avlağa yerleşik balıklar ilk günden sonra sahte balığın bir tuzak olduğunu ayırt ediyorlar, ve bunu sonraki günlerde de hatırlıyorlardı. Aklıma en yatkın gelen ihtimal buydu. Buradan hareket ederek kendimce avlağı dinlendirmem gerektiği sonucuna varmıştım. Bunun için alternatif avlak olarak da yakınlardaki bir sitenin küçük mendireğini seçtim. Aslında burayı önceki yıllardan gözüme kestirmiştim, ancak o zamanlar plaja site sakinleri haricindekiler sokulmadığı için buradan avlanmam mümkün olmamıştı. Bu gittiğimde ise site sahiline girişin çevredeki komşu site sakinlerinin şikayetleri üzerine açıldığını öğrenip bu avlağı denemeye karar kıldım. Nitekim, bu yaz sonunda internetten görüştüğüm balık tutkunu arkadaşlarımdan biri burada oldukça güzel avlar yapmıştı. Ne var ki, ben buraya girişin açıldığını öğrenmemle beraber aynı gün fırtına başladı. Fırtına süresince buradaki denemelerim de diğer avlaktaki denemelerim gibi sonuçsuz kaldı. Rüzgarın olumsuz etkisi dinmeden avlak hakkında hükme varmanın doğru olmayacağını düşündüm. Fırtınanın ara verdiği ilk sabah suyunda avlağı tekrar taradım. O gün sahteye belki hayatımda almadığım kadar takip aldım. Hemen her farklı noktaya atışımda sahtenin peşinde bir girdap veya su sıçraması oluyordu. Bu takiplerin büyük bir kısmı melanur ve zarganaya aitti muhtemelen, bu yüzden sahtenin iğnelerine denk gelmediler. Ancak arada bazı ağır abilerin de sahtenin peşinden geldiği anlaşılıyordu. Hele su üstü sahtenin peşinden Jaws filmindeki köpek balığı misali yüzgeçlerinin yarısı dışarıda gelen levreği izlemek ayrı keyifliydi.

Hal böyle olunca, son denememi yapmak üzere hangi avlağa gideceğime karar vermek zorlaşmıştı. Nereye gitsem, ne yapsam derken yattığım yerde erkenden uyuyakalmıştım o gece. Bu kadar erken uyuyunca sabaha karşı 4 gibi alarma gerek duymaksızın kendiliğimden uyandım. Merdivenlerden aşağı indiğimde babamla, amcamın uyanık olduğunu gördüm. Akşamki sağlam sofra biraz midelerini rahatsız etmiş olacak ki, iki kardeşi de uyku tutmamıştı. Hazır bu saatte ayaktalarken, benimle balığa gelmelerini önerdim. Balık tutamasak bile sabah gün doğarken levreklerin şovunu izlerlerdi.

Malzemeleri toplayıp arabaya atladık, hava daha çok erkendi. Anlık bir kararla direksiyonu her zamanki avlağıma kırdım. Burası diğer avlağa göre daha erken saatte ve daha dar bir saat aralığında av veriyordu. Eğer balık alamazsam, diğer avlağa gidecektim.

Avlağa varınca bir oltayı elimde kalan kokuşmuş sübyeyle yemledim. Spin takımla ise at-çek yapmaya başladım. Ne yemli takımda, ne at-çek'te hiçbir hareket yoktu. Babamla amcama balık şimdi başladı, başlayacak diyerek hava ağarana kadar suda oynak bekledim. Baktım, bir cacık olacağı yok, hemen toplanıp diğer avlağa gitme kararı verdim. Sabah suyunu kaçırmamak için ralliden farksız 10 dakikalık bir yolculuktan sonra diğer avlağa vardık. Ben spin takım ile at-çek yapa yapa yürümeye başladım. Böyle böyle mendireğin ucuna kadar hiçbir aksiyon olmaksızın geldim. Mendireğin ucunda gelen bir iki zayıf takip beni heyecanlandırmaya dahi yetmedi. Baktım at-çek'ten bir hayır geleceği yok, babama yemli takımı açtım. Elimde kalan son sübyelerin içini suda temizleyip doğradım. Oltayı yemleyip attık. Ona da ciddi bir vuruş gelmiyordu. Bugün bize denizden hayır yok derken, temizlediğim sübyelerin artıklarına gelen ufak orfozu gördüm. Orfozu babamla amcama gösterirken kayaların arasından bir mürenin kafası gözüktü. Üçümüz oltayı filan bırakmış, denizi akvaryum izler gibi izliyorduk. Bir anda olay yerine oldukça iri bir sargoz intikal etti. Balık iri olmasına iriydi, ama hemen dibimde olduğu için yakalayabileceğime ihtimal vermiyordum. Balıkçılıkta bazı istisnaları olmakla beraber kaide "görünen balığın oltaya gelmeyeceği" yönündedir. Bu durumun nedeninin en basit haliyle açıklaması siz balığı görürken aynı zamanda balığın da sizi görmesidir. Balık suda insan gölgesi gördüğünde yeme çok daha temkinki yaklaşır ve çoğunlukla tuzağı görür. Yine de yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için laf olsun diye şansımı denemeye karar verdim. Önce birkaç parça sübye kesip suya attım. Sargoz ilk attığım yemlere çok temkinli yaklaştı. Önce ufak balıkların yemi biraz didiklemesine izin verdi. Sonra aralarına kendisi girip bir süre yavaşça batan yemi inceledi. Ucunda misina veya iğne olmadığını görünce dudaklarıyla yemi kavrayıp, oradan uzaklaştı. Uzaklaşmasının ardından geri dönmesi uzun sürmedi. Aynısını bir daha yaptım, bu sefer de yeme temkinli yaklaşmasına rağmen öncekine göre daha az inceleyerek yemi alıp götürdü. Böyle böyle üç dört derken sargozumuz artık hiç incelemeye girmeden yemi olduğu gibi kapıp götürmeye başlamıştı. Tam yemi alıp uzaklaştığı esnada balığın görmeyeceği şekilde 10 gram gezer kurşunlu, 0,23 FC misina bedenli, 3 numara iğneli takımı yemleyip önüme indirdim. Belki takımı tamamen kurşunsuz yapıp öyle atsaydım daha doğru olacaktı ama dedim ya balığın geleceğine pek ihtimal vermediğimden üşenip elimde var olan takımı attım. Oltayı attıktan sonra sarma telini tamamen açık bıraktım. Hepimiz biraz geri çekildik. Sadece ben göz ucundan yemi görebiliyordum. Balık alıştığı üzere geri döndü ve hiç tereddüt etmeden sübyeyi alıp uzaklaşmaya başladı. Gözden kaybolunca oltanın yanına gidip sarma telini kapattım. Birkaç saniye sonra olta dayandığı yerden denize fırlamak üzereyken hemen yakalayıp tasmayı attım. Olanlara kendim bile inanamıyordum. Bu boyda bir balığı ilk kez böyle görerek yakalıyordum. Elimdeki takımı ilk başta müthiş zorladı, ancak balığı biraz dipten kaldırıp taşlardan uzak tutunca mücadelesinin kuvveti anında azaldı. Sanki sığınabileceği taşlardan uzaklaşmak kurtulma umudunu ve azmini kırmıştı. Balığı usulca kıyıya getirip amcama kepçelettim. İçimde şaşkınlıkla karışık bir mutluluk vardı. Balığı fotograflayıp tarttım. 520 gram gelmişti.



Bana bu kadar heyecan veren balığın gramajından veya mücadelesinden çok onu görerek avlamaktı. O an balığa karşı çok garip bir merhamet duydum. Sanki normalde asla bu tuzağa gelmezmiş, belki de hayatında sadece bir kere düşeceği bir gafletten faydalanmışım gibi hissettim. Zaten eve son 10 günde dünyanın balığını sokmuştum, et sevdasında değildim, hiçbir zaman da olmamıştım. Bana yaşatacağı heyecanı yaşatmış, ben alacağım fotografları almıştım. Balık tartım fotograf çekimi vesaire derken oksijensiz kalmıştı, suya sarkıttığım kepçenin içinde bir süre kendisine gelmesini bekledim. Kısa süre sonra tekrar yüzmeye başladığını görünce balığı kepçenin içinden alarak usulca denize bıraktım. Sargozumuz biraz da olan bitenin şaşkınlığı içinde yavaşça özgürlüğe kuyruk çırptı.

Balığı bıraktığım yerden doğrulurken güzel bir kapanış yaptığımı, artık huzurla oltalarımı toplayabileceğimi düşünüyordum. Ancak ayağa kalktığımda gördüklerim karşısında fikrimi yeniden değiştirdim. Sargozu aldığım yerin biraz ilerisinde bu sefer çupralar geziniyordu. Yok canım, artık bu sefer olmaz diye içimden geçirsem de hemen sübyelerden birkaç parça alıp suyu yemledim. Az önceki balıkta aldığım riski bu sefer almaya niyetim yoktu. Spin takımdaki sahteyi çıkarıp yerine daha önceden hazırlamış bulunduğum 1 kulaçlık ,28 FC bedene bağlı 3/0 iğneyi taktım. İlk başta bu iğnenin biraz iri kaçıp kaçmayacağı konusunda tereddüt etsem de, gördüğüm çupraların bu iğneyi alabilecek boyda olduğunu düşündüm. Sübyeden iri bir parça kesip iğneyi tamamen kapatmaya özen göstererek 4-5 metre ileri attım. Aynı şekilde makinenin telini açık bırakarak yemin aşağı süzülüşünü izledim. Çupralardan biri yeme doğru yöneldi. Pek heyecanlı sayılmazdım, çupranın yemin kıyısına kadar gidip ya iğneden, ya misinadan şüphelenerek geri döneceğini düşünüyordum. Ama beklediğim gibi olmadı. Çupra yemi kaptığı gibi uzaklaşmaya başladı. Makinenin kafasından hızla misina boşalıyordu. Birkaç saniye bekleyip makinenin telini kapattım. Aynı sargozda olduğu gibi çupra da kamışı elimden alacak gibi oldu. Elimde 5-20 gram atarlı spin kamışla çuprayla mücadele etmek mükemmel bir duyguydu. Balığı karaya çıkarıp çıkarmamak nedense çok umrumda değildi. Diğer avlarımda asla yapmayacağım bir şeyi yaptım ve bu boyda bir balık oltanın ucunda mücadele ederken balığı çekmeyi bırakıp cebimden fotograf makinesinin kamerasını açarak babama verdim. Aksilik ya, babam bir türlü çekim yapmayı beceremedi. Herhalde bu esnada balık oltanın ucunda 1 dakika boyunca çıprınmıştır. Baktım, babamla bu işi beceremeyeceğim, kamerayı kendim devraldım. Bir elimde olta, bir elimde kamera; balığı hem çektim, hem videoya kaydettim. Balığı karaya çıkardığımda 3/0'lık koca iğneyi gırtlağına kadar yuttuğunu gördüm. Yutmasa bunu da salar mıydım bilmiyorum. Bu çupra da tam 500 gram gelmişti.



Son dönemdeki en farklı, en zevkli avlarımdan biri olmuştu bu av. Aynı gün uçağım olduğu için artık daha fazla kalmam mümkün değildi. Oltaları toplarken diğer gezer kurşunlu oltamın da suda olduğunu hatırladım. Olta takılmıştı. İğne üzerinde bulunduğumuz betonun altına girmişti, kurşun ise dışarıdaydı. Büyük ihtimalle sübyeleri temizlerken gördüğümüz müren yakalanmıştı. O balığı bulunduğu yerden çıkarmanın hemen hiç mümkünatı yoktu. Oltaya biraz asıldım ancak ya mürenin dişlerine, ya da duvara temas ettiği yerden misina koptu. Hedefimde olmayan bu güzel balığı ağzında iğneyle bıraktığım için biraz buruldum. Sonrasında mürenin bünyesinin bu iğnenin üstesinden kolayca geleceğini düşünüp rahatladım.

Denizin bana son anda armağan ettiği bu hediyelerle 20 günlük serüvenim de sona ermişti. Ağrı'ya dönmeden önce İstanbul'da son bir kez daha ava çıktık. Ancak gelen balıkların boylarının yapraktan ileri geçmemesi nedeniyle avdan bir keyif almadık.

Uçaktan İstanbul'a uzun bir süreliğine son kez bakarken içimde hayalini kurduğum avların büyük bölümünü gerçekleştirmiş olmanın verdiği huzur vardı.


15 Kasım 2012 Perşembe

Dağdan İndim Denize - 5

28 Ekim - 2 Kasım Arası Avlar


Meteoroloji sitelerinin hepsinin öngördüğü sert keşişleme nihayet gelmişti. Maalesef korktuğum başıma geldi. Evet, keşişleme ne kadar sert de esse avlandığım bölgede arkamdan estiği için avlanmama engel olmuyor, aksine atış mesafemi uzatıyordu. Buna karşılık bir şekilde balığı da yanında alıp gitmişti. Keşişlemeden önceki günlerde balıkla döneyim veya dönmeyeyim, mutlaka denizde bir hareketlilik oluyordu. Keşişleme esmeye başladı başlayalı ise deniz tamamen kurumuş gibiydi. Bu tarihteki avlarımın çoğunu keşişlemenin hızını azalttığı, yön değiştirdiği veya tamamen yattığı zamanlarda yaptım.

300 gramlık bu yakışıklı lidaki keşişlemenin henüz sertleşmeye başladığı saatlerde sübye ile tutuldu. İster kiloluk olsun, ister avuç içini anca doldursun, bu balığın mücadelesi her şekilde insanı heyecanlandırmaya yetiyor.



Balıktan ümidi kesince, kalamardan yana şansımızı denedik. Rüzgar muhtemelen kalamarın da keyfini kaçırmıştı. İki gece gittiğimiz kalamar avında sabrımızın sınırlarını zorlamamıza karşı gece başına birer kalamarla eve döndük. Kalamarların her birinin yarım kilo civarı olması avımızın tek tesellisiydi.




Madem keşişleme sürdüğü müddetçe balık bana gelmeyecek, bari ben balığa gideyim dedim. Kuşandım elbiseyi, kemeri, attım kendimi denize. Öyle balık vuracağımdan da değil, hiç değilse suda biraz gezinmiş olur, onun da keyfini alırım dedim. Zıpkıncılığın çok üzerine düşmediğimden tecrübe eksikliğim var. Neyse ki vücut yüksek rakım da düşük oksijene alıştığı için apnea (nefes tutma) sürem kendiliğinden gelişmiş. Aslında ne zaman fotograf makinesiyle dalsam zıpkınlık, zıpkınla dalsam fotograflık balıklar karşıma çıkıyor. Bu dalışımda karşıma çıkan minik orfozu, müreni, ahtapotu, eşkinayı fotograflamayı çok isterdim. Zıpkınlamayı ise aklımdan bile geçirmedim zaten. Herhalde bunun mükafatı olacak, deniz ana tam çıkacakken cebime güzel bir mırmır koyup beni boş göndermedi.


Ve belki de, en şanssız günüm, aynı zamanda tatilimin en mutsuz günü... Karakoldaki güzel kızım, canım köpeğim Çakıl'ın bir yılan tarafından sokulması sonucu hayatını kaybettiğini öğreniyorum. O an dünya başıma yıkılıyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Evde olmak istemediğim kesin. Kendimi en çok ait hissettiğim yere gitmek istiyorum o an. Elimdeki olta sadece laf olsun diye. Rüzgar keşişlemeden batıya dönmüş, deniz sanki karadan hıncını almak istercesine dövüyor kıyıyı. Yatık havalarda olta attığım yer suların altında. Deniz olta atacak yer dahi bırakmamış. Ayaklarımın su içinde olmasını umursamadan atıp çekiyorum sürekli. Rüzgar adamı güreş tutarcasına silkeliyor. Atıyorum, çekiyorum. Atıyorum, çekiyorum. Atıyorum... Çekemiyorum. Rüzgar atış esnasında sahteyi savurdu da ilerideki teknelerden birinin tonoz ipine mi takıldı yoksa? Oltayı şöyle bir tartıp, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Hayır, ip değil balık bu. Tartma sırası balıkta... Sanki oltam bir motorun uskuruna dolanmış gibi hem yürüyor, hem de art arda darbe alıyor. Kalama sessiz... Saniyeler içinde olup bitiyor her şey. Kamış, makine bende, misina, sahte onda paylaşıyoruz takımı. Hiçbir şey olmamış gibi çekiyorum takımı. Üzüntünün üzerine üzülecek halim yok ya. Yine de bir durup düşünüyorum nerede yanlış yaptım diye. Kalamadan ses gelmediğini, oltanın elimde fırlayacak gibi olduğunu anımsıyorum hemen. Evden çıkmak üzereyken makinedeki ip sarılı kafayla misina sarılı olan kafayı değiştirdiğimi hatırlıyorum. Değiştirmesine değiştirdiğimi hatırlıyorum da, değiştirdikten sonra kalamayı ayarladığımı bir türlü hatırlayamıyorum. Zaten böylesine büyük bir hataya rağmen alabilseydim o levreği, balığa olan saygım azalırdı diye geçiriyorum içimden. Misinaya yeni bir klips bağlayıp, ucuna yeni bir sahte takıyorum. Aklım Çakıl'da. Rüzgar sahteyi savurup bir açıkta tonozlu teknenin içine atıyor. Takımı koparıp dönüyorum eve.

Dağdan İndim Denize - 4

27 Ekim 2012

İlk günkü verimli avımın ardından tam iki gün geçmiş, bu iki günde kaydadeğer hiçbir av yapamamıştım. At-çek avlarında oltaya dadanan yazılı haniler, yemli avlarında ise sarpa, sokar, küçük sargoz ve melanurlar dışında bir şey yoktu. Korktuğum başıma geliyordu, yine ilk gün laneti peşimdeydi. Ama kararlıydım, önümde 10 gün vardı, ne yapıp edip şeytanın bacağını kıracaktım. 
Ay dolunaya yaklaştıkça, sabah oynakları giderek cansızlaşıyor,  ve süresi kısalıyordu. Belli ki, balık ay ışığından yararlanarak gece de yemlenebiliyor, bu yüzden hava ağarırkenki beslenme furyasına pek girmiyordu. Bu nedenle at-çek denemelerini geceye kaydırmak anlamlı olacaktı, ama bu sefer de ben av arkadaşım olmadığı için geceleri çabuk sıkılıyor, ve avı bırakıyordum. Halbuki yanımda ara ara laflayabileceğim, ilgimi canlı tutacak biri olsa sabaha kadar at-çek yapmaktan da sıkılmazdım. Ben de akşam güneş batarken sahile iniyor, hava karardıktan 1-1,5 saat sonrasına kadar bazen at-çek yapıyor, bazen de kalamarı yokluyordum.
Geldiğim günden beri hava yatıktı, ancak tüm meteoroloji siteleri ertesi günden itibaren keşişleme yönlü kuvvetli hava veriyordu. Keşişleme bulunduğum yerde kıyıdan eseceği için fırtına seviyesinde dahi olsa avlanmama engel olmazdı. Ama balığı olumlu yönde etkileyeceğinden de şüpheliydim. Havanın ardı arkası görünmüyordu. Sonraki günler balık açısından soru işaretiydi. Kafamda bu soru işaretiyle çıktım o sabahki ava.
Avlağa biraz erken vardım. Amacım gezer kurşunlu takımı ufak bütün sübyeyle yemleyip yatırmaktı. Geçen sene bu yöntemle ne olduğunu göremediğim çok iri bir balığı kıyıya almak üzereyken kaçırmıştım. Bu sene de o balığın, o olmadı arkadaşlarının peşindeydim. Oltayı atıp kamışa zili taktıktan sonra ben de at-çek'e başladım. Uzun bir süre kamıştan herhangi bir ses gelmedi. At-çek'te de hareket yoktu. Sabah ezanının okunmasına yakın zilde ufak kıpırtılar başladı. Oltanın başına geçip "o" vuruşu bekledim. Olta bir iki titredikten sonra aniden yerinden fırlarcasına sarsıldı. Tasmayı koyup balığın gücünü hissettiğim anda kafamda "Ben bunu nasıl çekeceğim?" sorusu belirdi. Sorunun cevabını düşünmeye kalmadan olta, olta ile de birlikte benim elim ayağım boşaldı. Yine olmamıştı. Belki damağına geçmemişti, belki yemi kusmuştu, belki narin yerinden takılmıştı ama sonuç hepsinde birdi: "Gitmişti."
Şoku üzerimden atmalıydım. Moralimi bozarsam geleceği olan balığın da gelmeyeceğini biliyordum. O yüzden yemli oltayı toplayıp, tüm konsantrasyonumu at-çek avına kaydırdım. Birkaç atıştan sonra sahte ağırlaştı ve kafa atışları başladı. Mücadelesinin çok kuvvetli olduğu söylenemezdi belki ama suyun üzerinde kopardığı yaygara kalbimin atışlarını hızlandırmaya fazlaydı bile. Balık kıyıya geldiğinde kafa fenerimi açtım. Orta boy sayılacak bu turnayı önümdeki taşlardan destek alarak kıyıya rahatlıkla çıkardım. 
Sürüden faydalanmak için balığı fotograflamayı kısa kestim ve sahteyi tekrar aynı yere gönderdim. Hemen hemen aynı boydaki ikinci balık da bekletmeden oltaya bindi. Ne geleceğini bildiğimden daha az bir heyecanla çektim oltayı bu sefer. Balığı sahtenin iğnelerinden ayıklarken arkamda, yani burnun diğer tarafında sanki koca bir dalga patladı. Arkamı dönüp baktığımda kıyılar durgundu. Oltanın tam erim mesafesinde müthiş bir balık sürüsü kabarmıştı. Ancak burnun bu tarafının kıyı kesmi otluk ve yer yer kayalıktı. Elimdeki 40-50 cm dalarlı sahteyi buraya atarsam takacağım kesin gibiydi. Ben bunları düşünürken balık aynı yerde tekrar kabardı. Bu sürüye olta atmazsam da rahat edemeyeceğim kesindi. Bunıun üzerine oltadaki dalarlı sahteyi, su üstü sahtesiyle değiştirdim. Sahteyi hemen hemen oynağın olduğu yere düşürebiliyordum ama kimse oralı olmuyordu. Bu esnada diğer tarafta levreklerin şovu başladı. Hangisine baksam, nereye atsam, hangi sahteyi kullansam tamamen şaşırmıştım. Tek sahtede ısrarlı mı olmalıydım, yoksa hepsini denemeliydim? Uzaktaki ne olduğunu bilmediğim balık sürüsünü mü hedeflemeliydim, yoksa yakındaki levrekleri mi? Maalesef tüm şölen hepi topu 15 dakika sürdü. Ve ben bu 15 dakikada başı kesilmiş tavuk gibi bir ona, bir buna saldırırken hiçbir şey alamadım. Yine de kepçemde 2 adet fena sayılmayacak boyda turna vardı. Bu şeytanın bacağını kırdığım anlamına geliyordu. Bodrum'daki üçüncü günümde de kaydadeğer bir av gerçekleştirmiştim. Benim için önemli olan da buydu. Yemli takımda kaçırdığım balık ve sabahki avlanma çılgınlığı ise hafızamda uzun süre silinmeyecek bir anı olarak yer edecekti.

14 Kasım 2012 Çarşamba

Dağdan İndim Denize - 3

24 Ekim 2012

Sabah:


İstanbul'daki avlarımı noktalayıp, rotamı Ege Denizi'ne çevirdim. Havaalanına felaket bir yağış ve fırtına eşliğinde vardım. Aklımdan bu havanın sonrasının iyi balık yapacağını geçiriyordum ki çok geçmeden Emre ve Kadem abi'nin Boğaz'ın girişinde telef olmak pahasına lüfer ve sarıkanatı kırdığını öğrendim. Kısmet değilmiş diye geçirdim içimden. Kısmet olsa bile hasta olmayı göze alıp o havada oraya gider miydim, bilmiyorum.

Bodrum'a indiğimde hava normale göre serin olmakla beraber durgundu, ve yağış yoktu. Ancak ben gelmeden önceki günler iyi yağmur yağmış. Eve ayak bastığımda saat 2'ye yaklaşıyordu. Saati kursam mı kurmasam mı diye düşündüm. Hava durgundu, ay henüz dolunay değildi. Bir de benim sürekli bahsettiğim, artık uğur mu demeli lanet mi demeli, ilk gün faktörünü hesaba dahil edince sabah suyunda deniz kıyısında olmanın yerinde olacağına karar verdim.

Saat 6'ya yaklaşırken telefonumun alarmıyla uyandım. Hala batıdaki gün doğumu saatlerine alışamadığımdan acaba geç mi kaldım, yoksa çok mu erken gidiyorum diye bir süre kafa karışıklığı yaşadım. (Ağrı ile Bodrum arasında 1 saati aşkın saat farkı var.) Balığın tav vaktini kaçırmamak için evden aceleyle çıktım. Balığın bu tav vaktini "altın saat" olarak adlandırıyorum kendimce. Bu zaman dilimi bulunduğum avlakta mevsimden mevsime değişiklik göstermekle beraber çoğunlukla sabah ezanından 15 dakika sonra başlayıp, 30 dakika sonra sona eriyor. Bu vakitte levreklerin avlanmaları en üst seviyeye çıkıyor. Suyun hemen her yerinde levrek veya diğer avcı balıkların oynaklarını görmek mümkün oluyor. Balık da çoğunlukla bu zaman dilimi içerisinde oltaya vuruyor. Avlakta arabadan inip oltalarımı çıkarırken sabah ezanı okunmaya başladı. Tam zamanında oradaydım.

Bodrum'a her gelişimde dayanmayıp üçer beşer sahte alıyorum. En son aldığım sahteler ile muhafaza kutum kapanmaz hale gelmişti. Evden çıkmadan içlerinden nispeten daha az güvendiğim birkaçını ayıkladım. İçimden de hali hazırda iş yapan sahtelerim varken, neden yeni sahtelere para verdiğimi sorup kendime kızdım. Bu da balıkçılığın yanında ayrı bir hastalık gerçekten. Avlağa vardığımda hava tamamen karanlık olduğu için önce parlak ve beyaz sahtelerle ava başladım. Havanın aydınlanmaya başlamasıyla ben de renkleri koyulaştırdım. Alacakaranlıkla nesnelerin şekillerinin yavaş yavaş belirdiği esnada beklediğim tav da başladı. Birbirinden ayrı 4-5 yerde önden ufak balıklar kaçışıyor, ardından levreğin koca gövdesiyle çıkardığı şapırtı geliyordu. Elimdeki MaxRap'i oynakların sağından, solundan, içinden, dışından her yerinden geçirsem de çalışmadı. Levreğin gözü hemen yüzeydeki ufak gümüşler ve kupezlerdeydi. Benim 13 cm'lik MaxRap'im bunların yanında katana gibi kalıyordu. Son şans olarak 7 cm'lik su üstü sahtesini taktım. Artık hava ağarmış ve hem su üstü oynaklar, hem de su üstü sahtesinin gelişi net olarak seçiliyordu. Daha ilk atışımdı, öncelikle sahtenin aksiyonunu test ediyordum. İstediğim aksiyonu alıyordu. Bu sahte çalışır dememe kalmadan önce sahtenin ardında bıraktığı izde bir girdap belirdi. Ardından ise, bir balıkçıyı en çok heyecanlandıran o an geldi. Sahtenin altındaki su kütlesi bir anda kabardı, ve sahte sert bir kuyruk vuruşuyla dibe indi, aynı anda da kamışı elimden suya çekercesine şiddetli o darbe geldi. Kalbimin atışı hızlanmış, adrenalin saniyeler içinde tüm vücuduma yayılmıştı. Önce balığın güçlü kafa atışlarını savuşturdum. Bu esnada korkum iğnenin iyi oturmamış olmasaydı. Balığın kafa atışlarının seyrekleşmesiyle endişem son buldu. Avlandığım yer denize üçgen biçiminde bir çıkıntı. Balığı bu üçgenin bana göre sağ tarafından aldım. Balık kaçış umuduyla sürekli sola bastı ama sonunda bana çok fazla iş bırakmadan kendi kendini kıyıya attı.





İlk gün faktörü anlaşılan yine iş başındaydı. Korkum, bu şansın daha önceki seferlerde olduğu gibi sonraki günlerde hiç balık alamamamla lanete dönüşmesiydi.

Balığın birkaç fotografını çektikten sonra kepçenin içinde suya yatırıp ava devam ettim. Balığın yaptığı oynaklar seyrekleşmiş ve uzaklaşmıştı. Güneş tepelerin arkasından çıkmadan bir vuruş daha aldım, ama bu seferki ıska geçti. Güneşin doğmasıyla beraber daha fazla şansım olmadığını kabullenip tek balıkla eve döndüm.

Akşam

Genelde akşam suyuna iskeleden serbest olta ile avlanmak, bazen de kalamar avlamak için inerim. Bu sefer sabahki avın keyifli geçmesi üzerine akşam suyunda da şansımı denemeye karar verdim. Sabahki gibi yine tam ezan okunurken sahildeydim. Elimdeki 13 cm'lik sahteleri sırasıyla denemeye başladım. At-çek'e otomatiğe bağlamış bir şekilde, kafam tamamen başka yerlerde devam ederken oltanın bir anda olduğu yerde saplandığını hissettim. Rüyadan uyanıp oltanın başına geri döndüm. Kısa ama güzel bir mücadelenin sonunda balığı karaya aldım.
Balığı fotograflamak için zaptetmeye çalışırken kuyruk darbesiyle fotografta görünen sahte kutusunu fırlattı. Uzun bir süre dağılan sahteleri toplamaya çalıştıktan sonra at-çek'e devam ettim. Kısa bir süre sonra sahte poşete takılır gibi ağırlaştı, fakat ben bunun poşet olmadığını çok iyi biliyordum. Çok da büyük olmayan kalamarı mürekkebinin hedefi olmadan başarıyla karaya aldım. Kalamarın tek gezmeyeceğini, etrafta diğer kalamarlar olabileceğini bildiğimden sahteyi kalamar zokası ile değiştirdim. Kalamar zokası ile de yine aynı boyda bir kalamar aldım. Daha ava devam edebilirdim ancak hem önceki günkü yolculuğun, hem de sabahki seansın yorgunluğuna dayanamadığımdan ava ertesi sabah devam etmek üzere son verdim.


Dağdan İndim Denize - 2

21 Ekim 2012


Hedef av listemin ilk satırındaki palamutun üzerini çizmiştim. Sırada elbette Boğaz denilince akla ilk gelen nam-ı diğer Boğaz'ın Sultanı, lüfer vardı. Önceki sene yaklaşık bu zamanlar yapmış olduğumuz su üstü lüfer avcılığının bu sene de tekrarlayacağından ümitliydim. Ancak yaptığım ısrarlı denemeler sonuç vermedi. Gece yemlisinde yer yer çinekop, denk gelirse sarıkanat ve lüfer alınabildiği duyumunu almıştım, ama kafamda ne çinekop tutmak vardı, ne de elimi yeme bulaştırmak. Gün içinde sahte balıklar ile denemelerime devam etsem de bundan da sonuç alamayınca lüfer ile ilgili umutlarımı başka bir bahara ertelemiştim.

Cumartesi akşamı Taksim'de arkadaşlarımla yemek yerken, telefonum çaldı. Arayan Emre'ydi. Telefonu açar açmaz "Sana çok iyi bir haberim var." dedi. Meraklanmama fırsat vermeden ertesi sabah tekneyle zoka avına çıkacağımızı, bunun için akşam Taksim'den doğrudan kendisine gelmem gerektiğini söyledi. Yanımda ne balık için giyebileceğim bir kıyafet, ne de olta takımları vardı. Ama bunların hiçbirini sorun edecek değildim. Söz konusu, tekneyi Karadeniz'den çektiğimizden bu yana hasret kaldığım zoka avıydı. Emre ve Hüseyin abi, o gün öğleden sonra Ataköy Marina'nın hemen çıkışında 5-6 kulaçlık suda güzel balık almışlardı. Bunun üzerine ertesi gün için tekrar balığa çıkma kararı almışlar, Emre'nin de benden bahsetmesi üzerine tekneye davet edilmiştim. Bu nedenle her şey çok ani olmuştu. Gecenin sonunda Yeşilköy minibüslerine atladığım gibi soluğu Emre'nin evinde almıştım. Hafif çakırkeyif kafayla, ertesi günkü av için birkaç takım bağlayıp yattım.

Hava tahminleri balığa çıkacağımız gün için yağışla beraber kuvvetli lodos veriyordu. Ancak sabah uyandığımızda her iki tahminin de gerçekleşmediğini görüp rahat bir nefes aldık. Balığın gün içinde devam ettiğini bildiğimizden acele etmeden kahvaltımızı yaptık, balıkçıdan yemlik hamsilerimizi tedarik ettik. Saat 10 civarı Hüseyin abi'yle teknesinin başında buluştuk.

Avlak yerine yaklaştığımızda uzaktan demirlemiş teknelerin kalabalığı görülmeye başlamıştı. Biz de aralarında kendimizi ve diğer tekneleri bozmayacak şekilde demirleyerek yerimizi aldık. Teknede ben gezer kurşun altı, serbest hırsızlı takım kullanırken, Emre ve Hüseyin abi zokalı takım kullanıyordu. Ben yemi kafa tarafından kesip iğneleri balığın kılçığına saplayarak işliyordum. Onlar kullandığı takımda ise zokayı hamsinin kafasına geçiriyor, diğer hırsız iğneleri ise sırasıyla balığa işliyorlardı.

Gezer Kurşunlu Serbest Takıma Hamsinin Takılışı


İlk gelen vuruşlar istavrit vuruşlarıydı. Bir yandan pür dikkat oltama gelecek sert vuruşu bekliyor, bir yandan su üstünde bizim yem artıklarımızla beslenen istavritleri ve ara sıra onların peşlerinde dolaşan sarıkanatları izliyorduk. Emre, tek iğneye taktığı hamsi parçasıyla birkaç parça güzel istavrit aldı. Biz de balıkların oltaya atlayışlarını akvaryumda izlercesine keyifle seyrediyorduk. Yarım saatin sonunda beklediğim vuruş geldi. Tam dört senedir bunun özlemini duyuyordum. Sertçe bir tasmayla balığı iğneye oturtup tekneye aldım. Balığı livara gönderdikten hemen sonra tekrar vuruş aldım, ancak zamansız tasmam nedeniyle vuruş boşa gitti. Yemi tazeleyip yeniden attım. Yaklaşık 15 dakika kadar bekledikten sonra bir balık daha aldım. Bir yakala, bir kaçır şeklinde bu durum 1 saat kadar sürdü. Bu esnada etrafta ve teknedeki diğer takımlarda fazla hareket olmayınca Emre ve Hüseyin abi de benim kullandığım takıma dönüp balık almaya başladılar. Takımlarda pratikte çok büyük bir farklılık yoktu. Her iki takım da gezer kurşun altında çalışıyordu. En temel fark benim takımımın gezer kurşun altında hiçbir ağırlığı olmaksızın serbest olmasıydı. Diğer takımdaki zoka yemin serbest yüzüşünü bozması nedeniyle balığı ürkütüyor olabilirdi.

Balık akşam saatlerine yaklaştıkça bollaştı, ancak bizim yemlerimiz de lodosun etkisiyle çamur haline gelmişti. Yemleri iğnelere sağlam oturtmak için çok çaba harcadıysak da, fazlaca fireli çalıştık. Havanın kararmasına yakın beklenen lodos etkisini artırınca biz de avımıza son verdik. Tekneyle Yeşilköy'e yanaşırken lüfer olmasa da güzel sarıkanatlar alarak hem senelerdir süregelen zoka avı özlemimi dindirmiş, hem de izindeki hedeflerimden birine daha ulaşmıştım.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Dağdan İndim Denize - 1

Sonbahar ayları denizden uzak bir balık tutkunu için zorlu geçen aylardır. Balıkçılığın bu en verimli mevsiminde ardı ardına gelen balık haberlerini uzaktan takip etmek bir hayli can sıkıcıdır. Hele sezon böylesine hareketli başlamışken benim gibi, değil denize, su birikintisine dahi hasret yaşarsanız bir aşamadan sonra devreleri yakma noktasına gelirsiniz. Neyse ki, Ağustos ayının sonlarına doğru bu durumu öngörüp, iznimi balık sezonunun en hareketli olacağını düşündüğüm döneme, yani Ekim sonu, Kasım başına ayarlamıştım. Planımda her zamanki gibi hem İstanbul'da, hem Ege'de avlanmak vardı.

Ekim ayı canavar olarak nitelendirilen iri lüfer ve kofanaların Boğaz'a en yoğun giriş yaptığı dönemdir. Bu balıklar kendi türü de dahil olmak üzere, kendisinden daha ufak tüm balıkları önüne katarak oradan oraya gezdirir. Bir bakarsınız denizde kılçık dahi olmadığını düşündüğünüz anda, aniden önünüz savaş alanına dönüverir. Dakikalar içerisinde kovanızı, livarınızı doldurursunuz. Sonra bir anda balık geldiği gibi yok olur. Bundan dolayıdır ki, bu ay içerisinde ya çok iyi avlar yaparsınız, ya da avdan eliniz tamamen boş dönersiniz. Ekim ayı avları pek orta halli olmaz. Eğer biraz daha ufak balık tutmayı göze alırım, ama garantili av yapayım derseniz o zaman Kasım ayının ortalarından Aralık sonuna kadar olan dönemi seçmeniz daha isabetli olur.

Ağustos ortalarında başlayan palamut akışı, Ekim ayının sonlarına doğru hızını kaybeder. Ekim ayı sonrasında da palamut almak mümkünse de, yakalanan balığın hem miktarı, hem büyüklüğünde düşüş görülür.

Avlandığım Ege sahili için ise, Ekim-Kasım dönemi avlanmak için en uygun ayların başında gelir. Kıyıdan avlanabilen hemen her balık türünü bu dönemde yakalamak mümkündür. Bunun yanı sıra, avcılığından keyif aldığım kalamarlar da bu dönemde kıyılara inmeye başlar.

İznimden önceki son günleri bir yandan gelen balık haberlerini takip ederek, diğer yandan tüm bu olasılıkların hayalini kurarak geçirdim.

18 Ekim 2012

Tatilden haftalar öncesinden her türlü planlamaya başlamıştım. Planlamanın ilk ve en önemli ayağı av malzemelerimin İstanbul'a getirilmesiydi. İstanbul'daki evimi askere giderken boşalttığım için olta takımlarımın hepsini Ereğli'deki eve yollamıştım. Güç bela da olsa bunları İstanbul'a getirtmeyi başardım. Planlamanın ikinci ayağında ise av arkadaşlarımla takvimlerimizi çakıştırmak vardı. Neyse ki bu da çok zor olmadı. İzinler alındı ve programlar yapıldı.

Nihayet 18 Ekim sabahı İstanbul Boğazı'nın mis gibi iyot kokulu esintisini ciğerlerime çekiyordum. İlk işimiz sabahın aydınlanmasına yakın üst sularda sahte balıklarla lüferi aramak oldu. Yarım saatlik denememiz doğru zaman, doğru yer ve doğru takım üçlüsünden en az birinde yanıldığımızı gösterdi. Bunun üzerine rotamızı Boğaz'ın kuzey kıyılarına çevirdik. Hedef balığımız palamuttu. Senelerdir özellikle tekneyi Karadeniz'den çektiğimiz tarihten bu yana palamuttan yana yüzüm gülmüyordu. Hiç yakalamıyor değildim, attığımız sahtelere zaman zaman palamutlar geliyordu ama bunlar alışageldiğim takoz palamutlar değildi. Çingene veya çingene irisi denilebilecek 300-400 gramlık balıklardan büyüğüne denk gelemiyordum. Bu sene ise durum farklıydı. Kiloya yakın palamutlar acemisi, ustası bakmaksızın oltaları şenlendiriyordu. Benim de amacım bu iri palamutlar ile uzun süren hasretime son vermekti. Ancak içimde bir tedirginlik vardı. Palamut yapısı itibariyle sürekli harekete ihtiyaç duyan bir balıktır, haliyle oluşturduğu sürüler de benzer davranış gösterirler. Bir gün çok güzel av veren yerde, ertesi gün palamutun izine rastlayamazsınız. Veya balık daha ufak sürüler halinde ve daha dağınıksa, balığın önünüzden geçtiği dakikalarda hatta saniyelerde oltanızın balığın suyunda olması gerekir. Kısacası, palamut avında diğer avlarda olduğundan daha fazla şans faktörü söz konusudur.

Sabahın ilk ışıklarıyla hepimiz oltalarımızı Boğaz'ın serin sularıyla buluşturduk. Palamut hemen her su katmanında bulunabildiği için avcılığını da buna uygun yapmak gerekiyor. Bu nedenle ilk atışımda kurşunun dibe kaç saniyede indiğini saydım ve sonraki atışlarımda buna uygun olarak sahteyi farklı seviyelerden çektim. Bu esnada avlaktaki diğer balıkçıların takım dibe indikten sonra sahteyi olanca hızıyla aralıksız çektiğini gözlemledim. Geçmiş senelerde teknede yaptığım palamut avlarında palamutun bazen sadece yüksek süratte çapari yediğini, hatta uzaktaki oynağa yetişmek için son gazda giderken bile takıma balık taktırdığımızı bilirim. Balığın yine hız istiyor olabileceğini düşünerek ben de benzer yöntemi, sadece ara ara hızımı yavaşlatıp tekrar artırarak uyguladım. İlk yarım saatte dipten de çeksem, yüzeyden de çeksem, ağır da çeksem, hızlı da çeksem gelen giden olmadı. Bunun üzerine takımda ufak bir değişikliğe gidip, sahteyi küçültme kararı aldım. Amacım, sahtenin görünür hızını artırmaktı. Burada bir parantez açıp görünür hızdan ne kastettiğimi açıklamam lazım. Bir karınca ve bir kaplumbağayı ele alalım. 1 cm'lik karınca 10 sn'de 40 cm yol alırken, 10 cm'lik bir kaplumbağanın 10 sn'de 60 cm yol aldığını farz edelim. Bu durumda kaplumbağanın mutlak hızı, karıncanın hızından fazla olacaktır. Ancak karınca aynı süre içinde boyunun 40 katı kadar yol alırken, kaplumbağa yalnızca 6 katı kadar yol alabilmiştir.Aynı durumu sahte balıklara uyguladığımızda 13 cm'lik bir sahte tek turda 100 cm'lik yol alırken boyunun aşağı yukarı 8 katı kadar mesafe katetmiştir, halbuki 5 cm'lik bir sahte aynı turda boyunun 20 katı kadar yol alacaktır. Bu da küçük sahteye göreli olarak daha hızlı kaçıyor izlenimi verecektir. Değişikliği yapmamın ardından çok geçmemişti ki, sahte balık yaklaşık 20 metre ilerimde çakılı kaldı. Bunu sonrasında palamutun sert kafa atışları izledi. Güzel bir balığa benziyordu. Denizden uzak geçirdiğim günlerin verdiği yükten olsa gerek biraz fazla heyecan yapsam da balığı kıyıya aldım. Yıllardır hasret kaldığım boyda, isminin hakkını verebilecek bir palamuttu.


Balığı ellerimin titremesini zaptederek üçlü iğneden çıkardım. Belki tesadüftü, belki yaptığım değişiklik işe yaramıştı. Her ne olursa olsun mutluydum, önemli olan da buydu. Bir süre daha aynı sahte ile devam ettim. Bu esnada av arkadaşlarımdan Emre de biraz daha ince de olsa bir palamutu kandırmayı başarmıştı. 5 cm'lik sahte ile yeterince ısrarcı olduğuma inanıp, 7 cm'lik sahtelerimi denemeye başladım. İkinci sefer ağırlık biraz daha açıkta bindi oltaya. İlk balığı aldıktan sonra bu bonusu olacaktı, bu yüzden içim rahattı. Çok tedirgin olmadan, keyfini çıkara çıkara, doya doya balığı kıyıya kadar getirdim. Bu seferki öncekinden bir boy daha büyüktü. Sudan kaldırırken oltanın esnemesini iyi hesaplayamayıp balığı duvara çarptırsam da düşmedi.
Şanslı günümdeydim. Öğle saatlerine dek denemelerimize devam etsek de sahilde başka balık çıkmadı. Etrafta pek balık çıkmazken 2 balık güzel skordu. Hatta bunca zaman özlemini çektikten sonra bu boydaki 2 balık her türlü güzel skordu. Uzun zamandır hayalini kurduğum av macerasına çok güzel bir başlangıç yapmıştım.