22 Ekim 2014 Çarşamba

Bodrum'da Sonbahar

Yaz son kalan kırıntılarını da toplayıp giderken, yerini sonbaharın huzuru ve dinginliğine bırakıyor. Kumsallarda çocuk sesleri yok artık, güneşlenen insanlar da. Güzün sarı sıcağından faydalanmak isteyenler sahildeki kahvelerde deniz manzarası eşliğinde çaylarını yudumluyor. Yaz giderken deli poyrazını da yanında almış götürmüş. Dalgalar birkaç ay sonra döveceği sahilleri nazikçe okşuyor. Doğa bir dahaki bahara kadar kendini yenilemek üzere dinlenmeye çekilmeden evvel son hazırlıklarını tamamlıyor. Denizdekilerde de aynı telaş var. Sular hala sıcak ama bir şeyler değişmek üzere. İçindekiler de bunun farkında. Sürüler toplanıyor ve açıklardan kıyılara yöneliyor. Yazın huzuru, çok yakında yerini kaosa terk edecek.

---

Pürüzsüz bir kadife gibi deniz. Günün ilk ışıklarıyla motorlarını çalıştıran balıkçılar pruvalarını sabah pusunun ardındaki Yunan adalarına çeviriyor. Bizim sular ne yazık ki artık karın doyurmuyor, bu yüzden paraketelerini Yunan'a yaklaşabildikleri en yakın taşlara seriyorlar. Benim ise ayağım bugünlük karada. Menzilim anca sahte balığın ulaşabildiği yer kadar. Alacakaranlıktan başlıyorum çalışmaya. Envai çeşit maket balıklar yüzdürüyorum. İşveli işveli süzülüyorlar yarı aydınlık sabah denizinde, ama peşlerine takılan yakışıklı yok. Böyle olmaması gerekti. En azından bir hareket, bir takip emaresi görmeyi bekliyordum. Peki, diyorum kendi kendime, burada tek bir tane bile olmadığına göre, hepsi başka bir yerde, başka bir şeylerin peşinde olsa gerek. Kafamda bir ışık beliriyor. Dün sahilde gördüğüm gümüş sürüsü aklıma geliyor. Hala aynı yerde olabilirler. Eğer öyleyse bu da bizim balıkların nereye gittiğini açıklar. Aklıma gelen fikrin heyecanıyla koşar adım gümüşleri gördüğüm bölgeye, burnun diğer kıyısına geçiyorum. Deniz burada da sakin ama su yüzeyinde hafif bir titreşim var. Bu rüzgar değil diye içimden geçirmeme kalmadan balık kabarıyor. Ardı ardına üç dört yerde daha gümüşler kendilerini can havliyle suyun dışına atıyor. Sakinliğimi korumaya çalışarak, oynağın birkaç metre ardına kıyıya paralel bir atış yapıyorum. Su çok sığ. Balığın kaldırdığı su kütlesinden sahteye yaklaştığını görebiliyorum. Mesafe azalıyor, azalıyor ve saldırı menziline giriyor. Vuracak mı, geri mi dönecek? Kader anı... Ve saldırı gerçekleşiyor. Birkaç saniye mücadeleden sonra olta boşalıyor. Bir anlık tereddüttün ardından anlıyorum, bana doğru yüzüyor. Oltanın boşluğunu aldığımda önümde beliriyor. Güpegündüz ve hemen dibimde olmasına karşın, koyu renkli kum zeminin üstünde o kadar güzel kamufle ki, şeklini şemalini, ebatını algılaması birkaç saniyemi alıyor. Balığı kuma yatırarak kolaylıkla kıyıya alıyorum. Etrafta bir sürü kedi, köpek olmasına rağmen balığı sağlama almakla uğraşmıyorum, bir an önce atışlara beklemeden devam ediyorum. Halbuki o kadar da ders almıştım geçmişte, hala akıllanmamışım demek ki. Gümüşlere saldırılar devam ediyor, arada sahte yeme dönüp bakan da olmuyor değil ama belli ki az önce türdeşlerinin başına gelenlerden dolayı biraz tedirginler. Önce takipler bitiyor, sonra denizdeki kovalamaca seyrekleşiyor. Güneş denize vurmadan bir de koyun dışını denemek istiyorum. On beş dakikalık bir yürüyüşün ardından yarım adanın arka tarafına geçiyorum. Kuzeye açık bu bölgede deniz karışık, dalgalı ve bol köpüklü. Daha ilk atışta, sahtenin ilk düştüğü yerden takip alıyorum. İnatla, neredeyse sahte karaya çıkana kadar takip ediyor. Arada bir iki dokunup yokluyor da, ama oltaya takılmıyor. Aradan çok zaman geçmeden ikinci vuruş, sol çaprazımda gerçekleşiyor. Balığın dalgaların arasından fırlayan kuyruğunu görüyorum. Çatallı bir kuyruk, belki bir akya, belki de bir zargana azmanı. Bu da sadece bir dokunuş olarak kalıyor. Bir de yerimi değiştirip kayalıkların üzerinden denemeye karar veriyorum. Patlayan dalgaların serpintisinden uzak bir yere konumlanıp atışımı yapıyorum. Daha ilk atışta sahtenin düştüğü yerden devasa bir yüzgeç suyu yararak uzaklaşıyor. Şansa bak, ata ata hayvanın kafasına attık koca sahteyi. Hevesim katlanarak artıyor. Sözde dalgalardan uzak bir kayayı seçtim ama üç dalgada bir baştan aşağıya sırılsıklam ıslanıyorum. Son olarak pahalı bir sahtemi de denizde bırakmam sonucunda takatim tükeniyor ve geri dönüyorum.


Ben at-çek yaparken boşta duran şeytan oltasını midesine indiren ve maalesef kurtaramadığım sargoz
---

Kıyıda rüzgar yumuşak olmasına rağmen, liman dışında deniz sert. Muhtemelen açıklardaki bir fırtınanın ölü dalgaları bunlar. İki gün boyunca şansımızı zorluyoruz, limanın dışına çıkıp boyumuzun ölçüsünü aldıktan sonra geri dönüyoruz. Nihayet, üçüncü gün deniz yatar gibi oluyor. Sabah şafak sökerken yine spindeyim. Kıyıda levreklerin şovu var, ancak tek bir tanesi bile sahte yemlere dönüp bakmıyor. Ani bir kararla arabaya gidip spin takımı bırakıp yerine tekne takımlarını alıyorum. Kısa bir yürüyüşün ardından tekneye varıyorum. Hazırlıklar tamam. İpleri çözüyorum. Motor bir iki inat ediyor ama o da çalışıyor. İşte "özgürlük" hissinin benim için yer yüzündeki tanımı... Alabildiğine bir sonsuzluğun içinde tekne suyun üzerinde sessizce akıyor. Öfkesinden arınmış bir şekilde kucaklıyor beni deniz. Motora gaz verip bu dinginliği bozmak istemiyorum. Arkadan sırtı takımını salıp yavaşça meraya doğru seyrediyorum.

Meraya vardığımda motoru stop edip tekneyi akışa bırakıyorum. Yanımda yem olarak donup çözülmüş, çamur kıvamında 30-40 adet mamun var. Oltamı yemleyip denize gönderdikten sonra arkama yaslanıy, ılık ılık esen sabah rüzgarının keyfini çıkarıyorum. Tekne yavaşça tarıyor merayı, tararken de olta dipte bulunan taşlara, otlara sürtüp ara sıra ağırlaşıyor. Oltanın iyice ağırlaştığı bir esnada elimdeki bedeni hafifçe tartıyorum. Ağırlığın azalmadığı ama misinanın geldiğini hissedince çekmeye başlıyorum. Olta o denli ağır ki parmaklarımı kesiyor. Ama diğer taraftan ağırlık dışında hiçbir direnç veya kafa atışı da duymuyorum. Son metrelerde direnç başlıyor. Oltaya yol veriyorum. Gerilim azaldıktan sonra tekrar asılıyorum. Bir noktaya kadar getiriyorum, bir yerden sonra tekrar aşırı ağırlaşıyor, çekemez oluyorum. En son elimin kesilmesini göze alıp var gücümle yeniden yükleniyorum. Direnci kırıyorum, ağır ağır olsa da geliyor olta. Çok heyecanlıyım. Gelen her neyse beni şaşırtacağı kesin. Birkaç kulaç sonra derin mavinin içinden bir beyazlık görünüyor. Demek ki ahtapot değil diye geçiriyorum içimden. Mesafe azaldıkça beyazlığın yanına bir de kahverengi ekleniyor, ve giderek silüetin boyu uzamaya başlıyor. Her şeyi anlıyorum: 1 metrelik mığrıyı, ona ilave çektiğim pareketeyi... Ama o mığrıyı ensesinden nasıl yakalamış olduğuma hala akıl sır erdiremiyorum. Mığrıyı salıyorum ancak dibe gidemiyor, bunun üzerine biraz dinlenip şoku atlatması için geçici bir süreliğine livara alıyorum. Yarım saat kadar sonra kendine geldiğinde tekrar dibe uğurluyorum.


Yaşadığım heyecanın ardından kaldığım yerden devam ediyorum. Ufak tefek vuruşlar geliyor. Hepsi kakara kukara: avuç içini geçmeyen karagözler, mercanlar, ıskataryalar, hanozlar... Bir süre bunlar ile oyalandıktan sonra sıkılıyorum. Epey bir açığımda bulunan uzun süredir aynı noktada çakılı birkaç tekne dikkatimi çekiyor. Gitsem mi, gitmesem mi diye bir süre tereddüt ettikten sonra şansımı orada denemeye karar veriyorum.

Yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuğun ardından teknelerin bulunduğu bölgeye varıyorum. Mera, kasnağıma sarılı bedenin limitlerini zorluyor. 150 gramlık kurşun 1-1,5 dakikalık bir yolculuğun ardından dibe oturuyor. Kasnakta kalan son 15-20 metrelik misinayı da kurşun havalandıkça veriyorum. Gelen ilk misafirler hanoz oluyor. Kösteklerin canına okuyup gidiyorlar. Sonrasında vuruşlar sertleşiyor ve mercanlar teker teker içeri girmeye başlıyor. Balıklar pek iri sayılmaz, oltadan ayıkladıklarımın çoğunu denize gönderiyorum. Bu ara aklıma oltaya kalamar zokası iliştirmek geliyor. Kalamar zokasını takar takmaz iki atışımda da kalamar gelince hevesleniyorum, ama devamı gelmiyor. Öte yandan balık neredeyse mamunun kokusunun bulaştığı boş iğneye gelecek. Yemimi en küçük kırıntısına kadar kullanarak öğleni ediyorum.



Ertesi günler aynı merada, taze yem yokluğundan dolayı, yine leş yemler ile keyifli avlar yapıyorum. Mercan avının aslında bir esprisi yok, merayı bulduktan sonra klasik yemli avı. Bunun yanında bulunduğumuz bölgede jiginden, canlı yem sırtısına kadar çok farklı ve çok verimli yöntemler denemek mümkün. Ama her şey bir anda olmuyor. Her yeni bölge, her yeni avlanma stili belirli bir birikim ve tecrübe istiyor. Kıyı avlarında bu tecrübeyi sağladığımı söylemek mümkünse de, tekne için her şey daha yeni başlıyor.


Güzeller güzeli minik bir trança, nam-ı diğer antenli mercan... Dibe inemediği için içim acıyarak alıkoymak durumunda kaldım.

Sırtıda hedefim lambuka ve sinaritti ama kısmette turna varmış.

Kısa tur bir akşam avı... Karagöz ve ıskataryalar fotograftan sonra salındı.

Av sonu...

Azman istavrit

20 Ekim 2014 Pazartesi

Son Gün Macerası

İznimin son gününde son bir kez balık peşine düşme niyetindeydim. 20 günlük iznimde kimi sabah çapariyle palamut kovaladığım, kimi zaman akşam zokayla dişli peşine düştüğüm Halil abiden niyetimi nihayete erdirecek telefon geldi. Kısa sürede çok iyi arkadaş olduğumuz Halil abinin teknesiyle hırçın karadeniz sularında ilk tekne balıkçılığı deneyimlerimi yaşadım. Halil abi palamutçu, ben lüferci; sonunda planladığımız uzun olta avımızı iznimin son gününde
gerçekleştirecektik.

Saat 16.00 da Halil abinin çekeğinde buluşmak üzere sözleştik. Alelacele işlerimi tamamlayıp yola
çıktım. Yine de geç kalmıştım, gittiğimde Halil abi tekneyi suya atmış beni bekliyordu. Vakit kaybetmeden engin maviliklere açıldık. Meramıza gelene kadar son hazırlıkları yapmaya koyulduk. Halil abi favori sahtesi Duel Hardcore Minnow u hazırladı. Bende yeni edindiğim Yozuri Crystal Minnow kırmızı kafaya sanş verdim. Yaprak zarganaları sahtelerimizin arkasına takıp vardığımız meramızda suyla buluşturduk.

Daha 5 dakika geçmeden Halil abi ilk balığı aldı. Bu sezonun en iri lüferiydi, ''Neredeyse kofana olacakmış'' diyerek livarımıza koyduk. Yaklaşık yarım saat geçtikten sonra takımımı kontrol etmek için çektiğimde sahtemin arkasındaki yemin olmadığını gördüm. Takımımı tekrar yemleyerek suyla buluşturdum. Bu arada Halil abi ikinci, hemen ardından üçüncü balığı aldı. O balıkları alırken bende kameramanlık yapıyordum. Kısa bir süre sonra beklenen an geldi. Misinadaki ağırlık inanılmazdı, belki de ilk uzun olta deneyimim olduğundandır. Hemen ayağa fırlayıp hiç boşluk vermeden çekmeye başladım. Heyecendan nasıl hızlı çektiysem balık bi anda yüzeye çıkıp sudan dışarı fırladı. Hemen misinayı olabildiğince suya yaklaştırıp balığı tekrar suya indirdim. Son bir hamleyle balığı tekneye almayı başardım. O anki heyecanım inanılmazdı. Yakaladığım en büyük lüferdi bu. Halil abinin ilk balığı boyundaydı bu lüfer de.



Hava kararırken dördüncü balığını alan Halil abinin keyfine diyecek yoktu. Palamutçu Halil abiyi Lüferci yaptık galiba derken, birer tane sarıkanat alınca avımızı sonlandırarak 5 lüfer ile geri dönüşe geçtik. Gecenin karanlığında zokacıların ışıkları arasından geçerek, çalkantılı karadenize lüferleri emanet edip limana girdik. Tekneyi karaya aldıktan sonra bir kaç kare fotoğraf çekerek Halil abiyle vedalaşıp helalleştik. Tabi bir sonraki beraber yapacağımız avda buluşmak dileğiyle.

Yazar: Ömer Gedikli