1 Eylül 2013 Pazar

Açlık Oyunları - İkinci Perde

Bodrum'da avlanmaya başladığımdan bu yana ilk defa böylesine verimli bir av serüveni geçirmiştim. Daha iki hafta öncesine kadar tuttuğum levreklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, bu on günlük süre içinde bunun iki katından daha fazla sayıda balığı sudan çıkarma şansına erişmiştim. Bu benim için uyanmak istemediğim bir rüya gibiydi. Ama her rüyanın sonunda olduğu gibi uyanmak, gerçek hayata dönüp hayatın sevimsiz oyunlarıyla mücadele etmek gerekiyordu. Aynı şekilde, askerlik dönüşü benim de yapmam gereken işler vardı. Ev tutulacak, eşya alınacak, eve yerleşilecek, elektriği, doğalgazı, suyu bağlanacak ve daha bir sürü angaryayla mücadele edilecekti. Bu işlerin kaç günümü alacağı, işe geri dönmeden tekrar bir rüyaya yatıp yatamayacağım soru işaretiydi. Nitekim bazı işler yolunda gitti, bazıları gitmedi derken işin başlamasına son bir hafta "benden bu kadar" diyerek kendimi yeniden Bodrum'a attım.

(Blogu takip edenler, bu anlattıklarımı ve Bodrum'a gidişimi takip eden ilk günün av hikayesini biliyorlardır. Bu nedenle bu yazımda bunları tekrarlamayacağım. Eğer daha önce okumadıysanız veya zihninizi tazelemek istiyorsanız 22 Mart tarihinde kaleme aldığım Yeniden Başlayabilmek isimli yazımdan bu kısımları okuyabilirsiniz.)

İlk günün sabahını maceralı bir şekilde geride bıraktıktan sonra akşam tekrar sahile indim. Sabahki hareketlilikten elbette eser yoktu ama ben yine de tek balığı kandırarak eve dönmeyi başardım.

İkinci gün kuvvetli karayel yine iş başındaydı. Denizin kenarında güçlükle durarak ilk atışımı yaptım. Sahte suya değer değmez, ip misinanın uçurtma etkisi göstermesiyle suda sörf yapmaya başlamıştı. Misinanın boşluğunu aldığımda oltada balık olduğunu farkettim. Balık sahteye hiçbir aksiyon vermeme gerek kalmadan kendi kendine yakalanmıştı. Balığı karaya alıp, önceki günkü akıbete uğramaması için kedilerden korunaklı bir yere yerleştirdim.



Zaman kaybetmeden sahteyi tekrar denize yolladım. Sahte yine ben oltanın boşluğunu alana kadar suyun üstünde metrelerce sörf yaptı. Bingo... Oltanın boşluğunu almamla birlikte ardı ardına kafa darbeleri ile yüzleştim. Bu seferki biraz daha azılıya benziyordu. Hatta üç dört defa uzun süreli kalamalar alınca bunun önceki gün kaçırdığım balık ebatında olabileceği aklıma geldi. Balık kıyıya geldiğinde tahmin ettiğim kadar büyük olmadığını gördüm. Mücadelesinin kalıbında bir balık değildi ama bana yaşattığı adrenalin yeterdi.

Üçüncü atışımda da yine balığı benim yerime rüzgar yakalayınca gidişattan endişe etmeye başladım. Daha oltayı üç kez atmıştım ve üçünde de benim hiçbir şey yapmama gerek kalamadan balık kendiliğinden yakalanıyordu. Senelerdir peşinde koştuğum levreği yakalamak bu kadar kolay olmamalıydı. İçimden bir ses balığın kesmesini veya nazlanmasını istiyor, diğer ses ise bu keyfin gün boyu sürmesini istiyordu. Sonuç olarak ilk sesin temennisi gerçekleşti. Dördüncü atışımdan sonra oltaya bir daha balık binmedi. Muhtemelen beslenme çılgınlığındaki bir sürüye denk gelmiş ve nasibimi almıştım.

 dı


Ertesi sabah güneşli sakin bir hava eşliğinde bolca oksijenin yanında bir de ispendek aldım. Kuzeyli rüzgar sona ermişti. Yeni ve eskisinden daha güçlü bir fırtına yoldaydı ama güneyden ve dolayısıyla bulunduğum bölge itibariyle karadan eseceği için benim işime yaramayacaktı. Oltadan umudumu kesmem beni dalışa yönlendirdi. Sabah suyunda çok ısrarcı olmayıp doğrudan eve gittim, dalış malzemelerimi kuşanıp çıktım. Zıpkın avcılığı konusunda çok tecrübeli olmamanın yanında bir türlü kıramadığım bir şanssızlığım söz konusu. Ne zaman girsem deniz adeta kuruyor. Vurmayı geçtim, seyirlik balıklarla bile karşılaşamıyorum çoğu zaman. Bu sefer denize girerken de pek beklentim yoktu. Sportif olduğunu söyleyemeyeceğim ama tek beklentim akşam levreğin yanında güzel bir ahtapot ızgara yiyebilmekti. Maalesef ahtapot benim için çok kötü bir çelişki konusu. Bir yandan bu dünyada her gün yesem sıkılmayacağım bir lezzet, diğer yanda ise deniz altında en büyük hayranlıkla izlediğim canlı... Bu ikilemin sonucunda çoğu zaman ahtapot canlı çıkıyor. Ancak bazen mideme yenik düşüp avlandığım da oluyor. O gün de öyle oldu. Paletlerimi giymek için üzerinde oturduğum taştan ayağımı suya sokmuştum ki ayağıma birden bir şeylerin dolandığını hissettim. Kısmet "ayağıma" gelmişti. Sudan geri çıkıp ahtapotu emniyete aldıktan sonra dalışa devam ettim. Dolaştığım yer genel olarak sığ ve kayalık bir bölgeydi. En derin yeri 3-4 metreye uzanıyordu. Çoğu zaman karnım taşlara sürtecek kadar sığlıklara iniyordum. Tam böyle sığlık bir alandan geçtiğim esnada kafamı kaldırmamla çupra sürüsüyle karşılaşmam bir oldu. Balıkların her biri kilo ve üzeriydi. Sakin olmaya çalışarak, içlerinden birini kestirip atışımı yaptım. O andan sonrası sanki yavaş çekim gibiydi. Artık oksijen azlığından ben mi hayal gördüm, yoksa gerçekten olaylar bu şekilde mi gelişti emin değilim ama balığın yavaş çekimde üzerine gelen şişten kafasını eğercesine bir manevrayla kurtulduğunu ardından ise benimle adeta dalga geçercesine istifini bozmadan yüzmeye devam ettiğini hatırlıyorum. Ondan sonra ne kadar bölgeyi arayıp taradıysam da bir daha o sürüyle karşılaşmadım.


Ertesi gün de planım aynıydı. Sadece bu sefer rüzgar şiddetliydi ancak o da karadan estiği için sorun teşkil etmiyordu. Yine sabahlık tek balığımı alıp eve, dalış malzemelerimi kuşanmaya gittim. Dalışa başlayalı çok olmamıştı. Sığ taşların arasından ilerlerken 10 metre ötemde kayaların arasında iri bir balığın dolaştığını gördüm. İçimden levrek olmalı diye geçirdim. Balık beni görmeden hafifçe nefes verip kendimi dibe batırdım. Dipte sürüne sürüne balığı arkasında gördüğüm taşın önüne geldim. Balık ile burun buruna gelecektim. Acele etmeden, sakin davranmalıydım. Bir anda çok yakınından çıkacağım için balığı ürkütüp kaçırabilirdim. Zıpkını göz hizama paralel tutarak yavaşça kayanın arkasından yükseldim. Balığın arkası hafiften bana dönüktü ve tam olarak zıpkının ucundaydı. Ancak beklentimin aksine bu bir levrek değil, kendi türünün irisi bir kefaldi. Tetiği düşürdüğümde ilk kez bu denli iri bir balığı zıpkınımın ipinde görüyordum. Sualtında bu sefer şansım dönmüştü. Kefali vurduktan sonra bir süre daha etrafta gezdiysem de tetik düşürmeye değecek bir canlı göremedim. Sudan çıkmaya yakın menzilime giren karagöz günün son kurbanı oldu.



Keşişlemeden esen rüzgar öğleden sonra hızını iyiden iyiye artırarak, akşam üstü fırtınaya dönüştü. Fırtına öylesine güçlüydü ki, kırılan koca ağaç dallarını yolda arabanın üzerine sürükleyerek birkaç defa küçük çaplı kaza atlamama sebep oldu. Buna rağmen, rüzgarın karadan esmesine güvenerek akşam suyunda sahile indim. Sahile vardığımda yerden kalkan kum tanecikleri fırtınanın gücüyle vücudumun açıkta kalan bölgelerine iğne gibi batıyordu.  İlk etapta amacım sığlık bölgede levrek kovalamaktı, ama her zaman atış yaptığım bölge rüzgarı karşıdan alıyordu. Bunun üzerine daha önce hiç avlanmadığım bir noktadan atışlarımı yapmaya başladım. Akşama kadar burada birkaç takip ve oltamı ziyaret eden minik bir ispendek ile oyalandım.


Hava kararırken tekrar yerimi değiştirip bu sefer daha derin suya bakan tarafta, açık denizden avlanmaya gelen canavarları yoklamaya karar verdim. Rüzgarın etkisiyle atış mesafem 70-80 metreleri buluyordu. Mesafe o kadar fazlaydı ki, neredeyse kıyıdan sırtı çekiyormuş hissi veriyordu. Havanın tamamen kararmasına yakın, kıyıdan 40-50 metre açıkta sahtem saldırıya uğradı. Kafa atışlarının şekli ve saldırının mesafesi bunun turna olduğunu işaret ediyordu. Levreğin kafa atışları daha seri iken, turna daha aralıklı biçimde kafa atar. Yine çoğu turnada görülen en belirgin özellik, kafa atışlarının ardından belli bir süre mücadeleyi bırakması, dinlendikten sonra yine kafa atışlarına başlamasıdır. Levrek ise yorulana kadar mücadeleyi bırakmaz, ama yorulduktan sonra bir daha mücadele edecek gücü de kendinde bulamaz. Buna karşın hangisinin daha mücadeleci olduğunu söylemek çok zordur. İki türün de ortam koşullarına ve balığın kendi karakterine göre kendinden beklenenden çok daha az veya çok daha fazla mücadele ettiği durumlarla karşılaşmak mümkündür.


Turnalar sürü halinde gezip avlanan balıklardır. Eğer bir tane aldıysanız, zaman kaybetmeden oltanızı tekrar suyla buluşturmaya bakın. Diğerleri de mutlaka orada, saldırmaya hazır durumdadır. Balığı karaya aldıktan sonra benim de hedefim zaman kaybetmeden tekrar oltamı atmaktı. Ama sahteyi balığın ağzından çıkarmaya çalışırken balığın her yerinin ip misinaya dolaştığını fark ettim. Kafam karışmıştı, oltam en baştan beri gerginken nasıl böyle bir şey olabilirdi? Bir yandan fırtınanın savurduğu kumlardan kendimi korumaya çalışırken, diğer yandan balığın üzerine dolaşmış ipi çözmeye çalışıyordum. Uzun müddet çabaladıktan sonra, balığın üzerindeki misinanın benim oltamdan gelmediğini farkettim. Ama kendi ip misinamı da yapısından, inceliğinden, renginden tanıyordum, bu benim misinamdı. İşin aslını çok geçmeden anladım. Önceki gün yıprandığı için oltanın bedeninden kestiğim 2 metrelik misina parçası, balığı kıyıya alırken bir şekilde vücuduna dolaşmıştı. Normalde avlandığım bölgede asla çöp, misina artığı bırakmamaya özen göstermeme rağmen, bir seferlik ihmalimin cezasını çekmiştim. Yaklaşık 15 dakika sonra oltamı tekrar attığımda sürü bölgeyi çoktan terk etmişti.

Ertesi sabah fırtına bir parça dinmiş, ancak balık namına da denizde bir şey kalmamıştı. Ne olta, ne de zıpkın denemelerimden bir sonuç elde edebildim. Ancak akşam suyunda güzel bir levreği kandırarak günü kurtarabildim. Kambur görüntüsü itibariyle tatlı su levreklerini anımsatan bu balık, benim bugüne kadar tuttuğum en yakışıklı levrekti.


Ve son gün... Neredeyse 20 günlük bir serüvenin sonuna ulaşmıştım. Son gün için dere ağzındaki meramı seçtim. Hem olta, hem zıpkın denememi burada yapacaktım. Açılışı oltada ufak sayılabilecek bir ispendekle yaptım. Balığı nedense o an salmadım, etraftan bulduğum bir leğenin içinde bir süre muhafaza ettim. Sonrasında saldığım ise balık canlı olmasına rağmen bir türlü kendine gelemedi ve alıkoymak zorunda kaldım. Anladım ki, balığı salma kararını en baştan vermek gerekiyor. Sonraya bırakılan geri iade işlemi, zaman zaman avın da heyecanıyla geç kalmış oluyor.


Oltada başka balık çıkmaması üzerine dalış elbiselerimi kuşanıp suya girdim. Çok geçmeden sığ suda taşın altında uzanan vantuzları gördüm. Hedefimde ahtapot yoktu ama vantuzların büyüklüğüne bakılırsa fena sayılmayacak bir ahtapottu. Yine midemin sesine dayanamayıp ahtapotu vicdan azabı çeke çeke avladım. Artık gözüm iyice doymuştu. Zıpkına konsantre olmaktan çok dibe yatıp etrafımda gezinen ufak balıkları izliyordum. Yine denizin renklerine daldığım bir anda, başımın üstünden geçen gölgeyi son anda fark ederek, biraz da aceleyle bir atış yaptım. Ters açıya rağmen balığı vurmuştum. Çok büyük olmasa da bu balık da vurduğum ilk levrek olarak kayıtlara geçmişti. Biraz üşümenin, biraz da amacıma ulaşmış olmanın verdiği doygunluk ile, bu kadar yeter diyerek sudan çıktım. İlklerime levrek vurarak son gün yeni bir tane daha eklemiştim.



Daha güzel bir kapanış olamaz derken akşam suyunda gelen turna da tatlının kaymağı oldu. Levreğin bol çıktığında turnanın mücadelesi, turnanın bol çıktığı zamanda ise levreğin mücadelesi nedense pek keyifli oluyor. 1 kilonun biraz üzerindeki bu balığı da heyecanlı bir mücadelenin sonunda kıyıya getirdim.



Belki hayatımda bir daha uzun seneler boyunca böylesine uzun ve verimli bir av serüveni yaşamayacak olmanın buruk mutluluğuyla İstanbul'a geri dönüyordum. Sıkıcı ve uzun bir askerlik macerası sonrasında herkesten uzakta kendi başıma geçirdiğim bu 20 gün ilaç gibi gelmişti. Artık tekrar hayatın zorluklarıyla boğuşmaya hazırdım.