Aradan 25 yıl geçmesine rağmen, o günü halen zihnimde çok berrak biçimde hatırlayabiliyorum.
Yazın yavaştan sonbahara dönmeye başladığı zamanlardı. Kalabalıktan uzak bir köşede gölün sessiz sakin bir kıyısına masamızı, sandalyemizi atmış, ailece piknik yapıyorduk. Babam, pek balık tutacağına inandığından değil de ne olur ne olmaz suda dursun diye getirdiği şamandıralı oltayı solucanla yemleyip sazlıkların dibine atmıştı. Şamandıra atıldığı yerde hareketsizce yüzerken biz de pikniğin yemek faslına geçmeye hazırlanıyorduk. Tam o esnada zamansız gelen bir bulut tepemizden aşağı tüm bereketini koyuvermişti. Yanan mangalı, kurulu masayı ve diğer tüm piknik eşyalarını bırakıp apar topar arabaya sığınmıştık. Beş on dakika kadar çok şiddetli yağan yağmur aynen başladığı gibi ani şekilde durmuştu. Arabadan çıktığımızda karşımızda uzanan manzara bir tablo gibiydi. Yağmurun ardında bıraktığı taze dinginlikte göl önümüzde kıpırtısızca seriliyordu.
Gözüm çarşaf gibi gölün üzerinde şamandırayı arıyordu. Bir süre sonra şamandıra tekrar belirdi ve yine kayboldu. O zamana kadar babamın peşinde birkaç defa balığa çıktığım için şamandıranın batıp çıkmasının balığın geldiğine işaret olduğunu biliyordum. Biliyordum bilmesine ancak ne yapmam gerektiği konusunda pek bir fikrim yoktu. O esnada sönen mangalın ateşini tekrar yakmakla uğraşan babama seslendim. Babam her tarafı kömüre batmış halde oltayla uğraşamayacağı için bana oltayı çekmemi söyledi. Kendi boyumun neredeyse iki katı olan kamışı güçlükle kaldırıp, babamın talimatları doğrultusunda makinayı sarmaya başladım. Müthiş bir duyguydu. Hayatımdaki ilk balığımı biraz zorlanarak da olsa kıyıya almıştım. Mangal ile mücadelesinden fırsat bulup anca yanıma gelebilen babam balığı şöyle bir inceleyip üzüntüyle "Kancayı çok yutmuş, salamayız." dedi. Yüzümdeki mutluluk yerini bir anda hüzne bırakmıştı. Ne balığı salmak istiyordum, ne de balığın ölmesini. O günkü çocuk aklımla tüm yakaladığım balıkları evdeki akvaryuma koyup sabahtan akşama kadar onları izlemeyi hayal ederdim. Ancak kendi halindeki bu hayvancağızın ölümüne sebebiyet vermek hiç de hoşuma gitmemişti. Ne var ki o zamanlar farkında olmasam da, daha ilk balık tutma deneyimimde çok büyük bir ders almıştım.
O günkü balık bir Abant alasıydı. 25 yıl önce kanıma işleyen bu zehir(!) bir daha vücudumdan hiç çıkmadı. Ancak ne enteresandır ki, benim bu hobiye başlamama vesile olan balığı o günden bu yana bir daha hiç tutmadım. Deniz kıyısında yaşamanın sonucu balıkçılık benim için hep deniz balıkçılığından ibaret kalmıştı. Arada birkaç deneme yapmama rağmen tatlısu balıkçılığı bir türlü bende heyecan uyandırmamıştı. Ama yine de ilk göz ağrısının yeri başkaydı. Ne yazık ki yıllar boyunca bir türlü doğru zamanda Abant'ta bulunamamıştım. Son birkaç senedir aklımda Abant'a alabalığın verimli av verdiğini bildiğim Nisan-Mayıs aylarında gitmek vardı. Nihayet bu sene planlarımı eşime haftasonu kaçamağı kisvesi altında gerçekleştirdim.
Gitmeden önce büyük bir heyecanla hazırlıklara başladım. Ancak Abant alası hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum İnternetten de yeterli kaynağa ulaşamayınca biraz babadan kalma bilgiler, biraz da balıkçı sezgilerimle malzeme hazırlıklarını tamamladım.
22 Nisan'ı 23 Nisan'a bağlayan gece Abant'a vardığımızda bizi buz gibi bir hava karşılamıştı. İstanbul'a erken gelen bahardan bir anda tekrar kışa dönüş yapmıştık. Bu durum ertesi gün için biraz gözümü korkutsa da, beni planımdan vazgeçirmeye yetemezdi.
Sabahın ilk ışıklarıyla gözümü açtım. Neredeyse yanımda getirdiğim tüm giysileri üst üste geçirip dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda sabah ayazı tenimde değebildiği tüm noktaları yakıyordu. Arabaya binip daha önceden gözüme kestirdiğim otelin yakınındaki iskeleye gittim. Burada beni bir sürpriz bekliyordu. İskele baştan sona oltalar ile kaplanmıştı. Aslına bakarsanız bunun çok da sürpriz olduğu söylenemezdi. Gelmeden önce internette yaptığım araştırmalarda tek bir balıkçının çok sayıda oltayla avlanmasının göl balıkçılığındaki başlıca sorunlardan biri olduğunu biliyordum. Moralimi bozmadan iskeleye ilerledim. Orada avlanan arkadaşa selam verip, avlanmak için müsade istedim. Kendisi selamıma güleryüzle karşılık verip, avlanmam için oltalarından birini toplayıp yer açtı. Bazen bu gibi durumlarda sinirlenip doğrudan tartışmaya girmek yerine, güleryüzlü bir selam ile diyalog kurmak çok daha iyi sonuçlar verebiliyor. Sadece at çek avlanacağım için bana tek oltalık boşluk yeterli olacaktı. Balıkçı arkadaşla konuşmamızda kendisi gece yarısından beri orada olduğunu ancak topu topu 2 balık alabildiğini söyledi. Kısmet diyerek önce LRF takımımı suyla buluşturdum. Silikonla yaptığım denemelerden sonuç çıkmayınca bu sefer mepps'e döndüm. Meppste de bir hareket yoktu. Bu esnada arkadaşla konuşmamızdan özellikle kaşıkla iyi avlar yapıldığını öğrendim. Günün iyice aydınlanmasıyla turist grupları gelmeye, onlarla beraber avlağın da huzuru kaçmaya başlamıştı. Soğuğun yanına eklenen rüzgar da iyice şiddetlenince şansımı akşam suyunda denemek üzere avı sonlandırdım.
Gün içinde gölü turlayıp, bir yandan da keşif yaptım. Yürüyüşümüzün sonlarına doğru bir noktaya geldiğimizde bir anda zaman yolculuğuyla 25 sene öncesine gittim. O günü, o pikniği, o gelen balığı hatırladım. Tam 25 yıl önceki noktadaydım. Akşam avlanacağım yer belli olmuştu.
Akşam, tulum çizmemi de yanıma alıp av yapacağım noktaya doğru yola çıktım. Avlağa vardığımda suyun içinde 3-4 kişi kaşıkla at çek yapıyordu. Onların avlarını bozmadan en köşeye geçip at çeklere başladım. Üzerimde tulum çizmesi de olsa kelimenin gerçek anlamıyla buz gibi suyun içinde olmak garip bir duyguydu. Bu şekilde suda çok uzun süre kalmak mümkün değildi. Çok geçmeden yanımdaki balıkçılardan birisi küçücük bir abant alası aldı. Adam balığı oltadan çıkardıktan sonra salacak diye beklerken, üzerinde yirmiden fazla en büyüğü el kadar balığın dizili olduğu dizgiye taktı. Canım bir hayli sıkılmıştı. Yıllar önce bacak kadar çocukken tuttukları balıktan çok daha büyük olan bir balığı salamadığım için üzüldüğümü hatırlayıp koca koca adamların bu ufacık balıkları marifetmiş gibi alıkoymasına anlam veremiyordum. O balığın üstüne birkaç balık daha çıkarttılar ancak hiç oralı değildim. Onlar ufak ağır kaşıklarla bana göre çok daha ileri atabiliyorlardı. Ben ise elimdeki LRF takımıyla 5-6 gramlık meppsi en fazla 20-25 metre ileriye gönderebiliyordum. Yine de umudumu kesmeden sazlıkların diplerini yoklamaya devam ettim. Güneş artık tepelerin arkasına inmek üzereyken gelen vuruşla irkildim. Yıllar sonraki büyük kavuşmanın habercisiydi bu vuruş. Balığın oltanın ucundaki hareketliliği bana lüferi anımsatmıştı. Üstüne bir de bu mücadeleyi LRF ekipmanıyla yapınca aldığım zevk katlanmıştı. Balığı yarı belime kadar gelen sudan yavaşça sürükleyip karaya çıkarttığımda farklı duygular içindeydim. Seneler önce bana bu zevki aşılayan ama sonra yıllarca yolumuzun kesişmediği bu güzellik tekrar elimdeydi. Balığı oltadan çıkarmak için yeltenmişken balıkta bir anormallik olduğunu fark ettim. Bunu ilk anda iğnenin balığın ağzında yarattığı tahribat olduğunu sanmıştım ancak yakından bakınca balığın ağız yapısının -muhtemelen doğuştan- deforme olduğunu gördüm. Niyetim bu güzel balığın güzel bir fotoğrafını alıp salmaktı. Ancak her zaman olduğu gibi fotoğraf makinesi olarak kullandığım cep telefonum en ihtiyaç duyduğum anda beni yine yolda bırakmıştı. Balığın bu güzel renklerini fotoğraflayamadığım için çok moralim bozulmuştu. Belki bir yolunu bulurum diye balığı canlı kalması için küçük bir su birikintisine koydum. Ne yazık ki av sonunda balığın muhtemelen sudaki oksijen seviyesi yetmediği için öldüğünü gördüm. İçim cız etmedi değil ama seneler önceki lezzetini hatırladığım bu balığın numunelik de olsa bir kere tadına bakmayı istemiyor da değildim. İlk balığı aldıktan sonra kendime güvenim geldi. Ava daha fazla konsantre olmuştum. İlk vuruşun ardından 5-10 dakika sonra ikinci vuruşu almam ve balığın kurtulması bir oldu. Tamamen teorik bilgiyle, kimseden yardım almadığım bu avlakta ilk seferde bu da bir başarıydı. Güneş tepelerin arkasına inince yarısı buzu yeni çözülmüş sudaki bedenimi iyice zorlamamak adına avı sonlandırdım.
Ertesi sabah daha da büyük bir umutla uyanmıştım. Ancak elimdeki tek meppsi sazların dibinde bırakınca, üstüne bir de soğuk önceki günden daha da sert olunca erken pes etmek zorunda kaldım. Aradan geçen yirmi küsür senenin ardından hikayenin başladığı yerden, daha nice hikayelere yelken açmak üzere mutlu bir şekilde ayrılıyordum.
Yazın yavaştan sonbahara dönmeye başladığı zamanlardı. Kalabalıktan uzak bir köşede gölün sessiz sakin bir kıyısına masamızı, sandalyemizi atmış, ailece piknik yapıyorduk. Babam, pek balık tutacağına inandığından değil de ne olur ne olmaz suda dursun diye getirdiği şamandıralı oltayı solucanla yemleyip sazlıkların dibine atmıştı. Şamandıra atıldığı yerde hareketsizce yüzerken biz de pikniğin yemek faslına geçmeye hazırlanıyorduk. Tam o esnada zamansız gelen bir bulut tepemizden aşağı tüm bereketini koyuvermişti. Yanan mangalı, kurulu masayı ve diğer tüm piknik eşyalarını bırakıp apar topar arabaya sığınmıştık. Beş on dakika kadar çok şiddetli yağan yağmur aynen başladığı gibi ani şekilde durmuştu. Arabadan çıktığımızda karşımızda uzanan manzara bir tablo gibiydi. Yağmurun ardında bıraktığı taze dinginlikte göl önümüzde kıpırtısızca seriliyordu.
Gözüm çarşaf gibi gölün üzerinde şamandırayı arıyordu. Bir süre sonra şamandıra tekrar belirdi ve yine kayboldu. O zamana kadar babamın peşinde birkaç defa balığa çıktığım için şamandıranın batıp çıkmasının balığın geldiğine işaret olduğunu biliyordum. Biliyordum bilmesine ancak ne yapmam gerektiği konusunda pek bir fikrim yoktu. O esnada sönen mangalın ateşini tekrar yakmakla uğraşan babama seslendim. Babam her tarafı kömüre batmış halde oltayla uğraşamayacağı için bana oltayı çekmemi söyledi. Kendi boyumun neredeyse iki katı olan kamışı güçlükle kaldırıp, babamın talimatları doğrultusunda makinayı sarmaya başladım. Müthiş bir duyguydu. Hayatımdaki ilk balığımı biraz zorlanarak da olsa kıyıya almıştım. Mangal ile mücadelesinden fırsat bulup anca yanıma gelebilen babam balığı şöyle bir inceleyip üzüntüyle "Kancayı çok yutmuş, salamayız." dedi. Yüzümdeki mutluluk yerini bir anda hüzne bırakmıştı. Ne balığı salmak istiyordum, ne de balığın ölmesini. O günkü çocuk aklımla tüm yakaladığım balıkları evdeki akvaryuma koyup sabahtan akşama kadar onları izlemeyi hayal ederdim. Ancak kendi halindeki bu hayvancağızın ölümüne sebebiyet vermek hiç de hoşuma gitmemişti. Ne var ki o zamanlar farkında olmasam da, daha ilk balık tutma deneyimimde çok büyük bir ders almıştım.
O günkü balık bir Abant alasıydı. 25 yıl önce kanıma işleyen bu zehir(!) bir daha vücudumdan hiç çıkmadı. Ancak ne enteresandır ki, benim bu hobiye başlamama vesile olan balığı o günden bu yana bir daha hiç tutmadım. Deniz kıyısında yaşamanın sonucu balıkçılık benim için hep deniz balıkçılığından ibaret kalmıştı. Arada birkaç deneme yapmama rağmen tatlısu balıkçılığı bir türlü bende heyecan uyandırmamıştı. Ama yine de ilk göz ağrısının yeri başkaydı. Ne yazık ki yıllar boyunca bir türlü doğru zamanda Abant'ta bulunamamıştım. Son birkaç senedir aklımda Abant'a alabalığın verimli av verdiğini bildiğim Nisan-Mayıs aylarında gitmek vardı. Nihayet bu sene planlarımı eşime haftasonu kaçamağı kisvesi altında gerçekleştirdim.
Gitmeden önce büyük bir heyecanla hazırlıklara başladım. Ancak Abant alası hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum İnternetten de yeterli kaynağa ulaşamayınca biraz babadan kalma bilgiler, biraz da balıkçı sezgilerimle malzeme hazırlıklarını tamamladım.
22 Nisan'ı 23 Nisan'a bağlayan gece Abant'a vardığımızda bizi buz gibi bir hava karşılamıştı. İstanbul'a erken gelen bahardan bir anda tekrar kışa dönüş yapmıştık. Bu durum ertesi gün için biraz gözümü korkutsa da, beni planımdan vazgeçirmeye yetemezdi.
Sabahın ilk ışıklarıyla gözümü açtım. Neredeyse yanımda getirdiğim tüm giysileri üst üste geçirip dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda sabah ayazı tenimde değebildiği tüm noktaları yakıyordu. Arabaya binip daha önceden gözüme kestirdiğim otelin yakınındaki iskeleye gittim. Burada beni bir sürpriz bekliyordu. İskele baştan sona oltalar ile kaplanmıştı. Aslına bakarsanız bunun çok da sürpriz olduğu söylenemezdi. Gelmeden önce internette yaptığım araştırmalarda tek bir balıkçının çok sayıda oltayla avlanmasının göl balıkçılığındaki başlıca sorunlardan biri olduğunu biliyordum. Moralimi bozmadan iskeleye ilerledim. Orada avlanan arkadaşa selam verip, avlanmak için müsade istedim. Kendisi selamıma güleryüzle karşılık verip, avlanmam için oltalarından birini toplayıp yer açtı. Bazen bu gibi durumlarda sinirlenip doğrudan tartışmaya girmek yerine, güleryüzlü bir selam ile diyalog kurmak çok daha iyi sonuçlar verebiliyor. Sadece at çek avlanacağım için bana tek oltalık boşluk yeterli olacaktı. Balıkçı arkadaşla konuşmamızda kendisi gece yarısından beri orada olduğunu ancak topu topu 2 balık alabildiğini söyledi. Kısmet diyerek önce LRF takımımı suyla buluşturdum. Silikonla yaptığım denemelerden sonuç çıkmayınca bu sefer mepps'e döndüm. Meppste de bir hareket yoktu. Bu esnada arkadaşla konuşmamızdan özellikle kaşıkla iyi avlar yapıldığını öğrendim. Günün iyice aydınlanmasıyla turist grupları gelmeye, onlarla beraber avlağın da huzuru kaçmaya başlamıştı. Soğuğun yanına eklenen rüzgar da iyice şiddetlenince şansımı akşam suyunda denemek üzere avı sonlandırdım.
Gün içinde gölü turlayıp, bir yandan da keşif yaptım. Yürüyüşümüzün sonlarına doğru bir noktaya geldiğimizde bir anda zaman yolculuğuyla 25 sene öncesine gittim. O günü, o pikniği, o gelen balığı hatırladım. Tam 25 yıl önceki noktadaydım. Akşam avlanacağım yer belli olmuştu.
Akşam, tulum çizmemi de yanıma alıp av yapacağım noktaya doğru yola çıktım. Avlağa vardığımda suyun içinde 3-4 kişi kaşıkla at çek yapıyordu. Onların avlarını bozmadan en köşeye geçip at çeklere başladım. Üzerimde tulum çizmesi de olsa kelimenin gerçek anlamıyla buz gibi suyun içinde olmak garip bir duyguydu. Bu şekilde suda çok uzun süre kalmak mümkün değildi. Çok geçmeden yanımdaki balıkçılardan birisi küçücük bir abant alası aldı. Adam balığı oltadan çıkardıktan sonra salacak diye beklerken, üzerinde yirmiden fazla en büyüğü el kadar balığın dizili olduğu dizgiye taktı. Canım bir hayli sıkılmıştı. Yıllar önce bacak kadar çocukken tuttukları balıktan çok daha büyük olan bir balığı salamadığım için üzüldüğümü hatırlayıp koca koca adamların bu ufacık balıkları marifetmiş gibi alıkoymasına anlam veremiyordum. O balığın üstüne birkaç balık daha çıkarttılar ancak hiç oralı değildim. Onlar ufak ağır kaşıklarla bana göre çok daha ileri atabiliyorlardı. Ben ise elimdeki LRF takımıyla 5-6 gramlık meppsi en fazla 20-25 metre ileriye gönderebiliyordum. Yine de umudumu kesmeden sazlıkların diplerini yoklamaya devam ettim. Güneş artık tepelerin arkasına inmek üzereyken gelen vuruşla irkildim. Yıllar sonraki büyük kavuşmanın habercisiydi bu vuruş. Balığın oltanın ucundaki hareketliliği bana lüferi anımsatmıştı. Üstüne bir de bu mücadeleyi LRF ekipmanıyla yapınca aldığım zevk katlanmıştı. Balığı yarı belime kadar gelen sudan yavaşça sürükleyip karaya çıkarttığımda farklı duygular içindeydim. Seneler önce bana bu zevki aşılayan ama sonra yıllarca yolumuzun kesişmediği bu güzellik tekrar elimdeydi. Balığı oltadan çıkarmak için yeltenmişken balıkta bir anormallik olduğunu fark ettim. Bunu ilk anda iğnenin balığın ağzında yarattığı tahribat olduğunu sanmıştım ancak yakından bakınca balığın ağız yapısının -muhtemelen doğuştan- deforme olduğunu gördüm. Niyetim bu güzel balığın güzel bir fotoğrafını alıp salmaktı. Ancak her zaman olduğu gibi fotoğraf makinesi olarak kullandığım cep telefonum en ihtiyaç duyduğum anda beni yine yolda bırakmıştı. Balığın bu güzel renklerini fotoğraflayamadığım için çok moralim bozulmuştu. Belki bir yolunu bulurum diye balığı canlı kalması için küçük bir su birikintisine koydum. Ne yazık ki av sonunda balığın muhtemelen sudaki oksijen seviyesi yetmediği için öldüğünü gördüm. İçim cız etmedi değil ama seneler önceki lezzetini hatırladığım bu balığın numunelik de olsa bir kere tadına bakmayı istemiyor da değildim. İlk balığı aldıktan sonra kendime güvenim geldi. Ava daha fazla konsantre olmuştum. İlk vuruşun ardından 5-10 dakika sonra ikinci vuruşu almam ve balığın kurtulması bir oldu. Tamamen teorik bilgiyle, kimseden yardım almadığım bu avlakta ilk seferde bu da bir başarıydı. Güneş tepelerin arkasına inince yarısı buzu yeni çözülmüş sudaki bedenimi iyice zorlamamak adına avı sonlandırdım.
Ertesi sabah daha da büyük bir umutla uyanmıştım. Ancak elimdeki tek meppsi sazların dibinde bırakınca, üstüne bir de soğuk önceki günden daha da sert olunca erken pes etmek zorunda kaldım. Aradan geçen yirmi küsür senenin ardından hikayenin başladığı yerden, daha nice hikayelere yelken açmak üzere mutlu bir şekilde ayrılıyordum.