22 Mart 2013 Cuma

Yeniden Başlayabilmek

Bazı yazılar vardır ki, sıcağı sıcağına yazmak gerekir. Hissiyatı yazıya en iyi şekilde dökebilmek için yaşananların üzerinden zaman geçmesine izin verilmemelidir. Nasıl malzemelerin tazeliği bir yemeğin lezzetini etkiliyorsa, yaşananların tazeliği de yazıyı aynı ölçüde etkiler. Bu yazı da bahsettiğim şekilde közü soğumadan yazılması gereken bir yazıydı. Öyle ki, bir önceki Bodrum seferi hikayesinin bitmesini bile bekleyemedim bu yazıyı yayınlamak için.

Askerlik sonrası ev bulma, taşınma telaşesi beni hem psikolojik, hem de bedenen bir hayli yormuştu. İşleri biraz düzene koyar gibi olunca, geri kalan bir kısım işleri de erteleyip doğrudan Bodrum'a gitmeye karar verdim. Bu benim için bir nevi köprüden önce son çıkıştı. Ay başında işe başlayacaktım, böyle bir fırsatı yakalamam bundan sonra pek kolay görünmüyordu. Bu yüzden uçak biletleri bir hayli pahalanmış olmasına rağmen, gözümü karartıp Bodrum biletimi aldım. Neden sonra aklıma geldi, her zaman ilk baktığım hava durumuna bakmak. Rüzgar durumunu açtığımda gördüklerim karşısında kanım donmuştu. Rüzgar haritasında neredeyse siyaha çalan koyu kırmızılar cirit atıyordu. Bu aşağı yukarı 40 knot'a varan rüzgar demekti, Türkçesi benim gideceğim gün ve ertesi rüzgarın hızı saatte 70 km'ye varacaktı. Bunun yanında şiddetli yağmur beklentisini rüzgarın kuvveti yanında gözüm bile görmüyordu. Böyle bir havada değil olta atmak, denizin yanına yaklaşmak dahi akıllıca değildi. Yapacak bir şey yoktu. Sonuçta bu tatili önümüzdeki haftaya erteleyemezdim. Bir şekilde havanın beklenen kadar kötü olmayacağını umarak bindim uçağa.

Bodrum havalimanına indiğimde kuvvetli denebilecek, ama fırtına denmeyecek bir rüzgar karşıladı beni. Biraz rahatlamıştım. Ancak rahatlamam boşunaydı. Yarımadanın ucuna ilerledikçe rüzgar kuvvetini arttırdı. Eve vardığımda fırtınadan ağaçların dallarının kırılmış olduğunu gördüm. Gece yatmadan son bir kez daha hava durumunu kontrol etmek için umutsuzca meteoroloji sitesine girdim. Değişen bir şey yoktu. Siteyi tam kapatmak üzereyken son anda bir şey dikkatimi çekti. Sabah 5-8 arası rüzgar keşişlemeden, poyraza dönüyor, bu dönüş esnasında hızını 10 knot'a kadar düşürüp, öğleden sonra tekrar 40 knot'ı buluyordu. Şansım olacaksa, yalnız bu aralıkta olacaktı. Alarmı 5.30'a kurup yattım.

Sabaha yakın yağmurun sesine eşlik eden muazzam bir gökgürültüsüyle uyandım. Dışarıda tam manasıyla tufan kopuyordu. Saate baktım, 5'e gelmek üzereydi. 5.30'a kadar havanın düzelmesini umut ederek tekrar uykuya daldım. 5.30'da uyandığımda değişen bir şey yoktu. Ancak bu sefer uyumadım, inatla yağmurun sesinin azalmasını bekledim. Gerçekten de yağmur 15-20 dakikaya etkisini yitirmişti. Hemen apar topar hazırlanıp kendimi dışarı attım. Ben hazırlanana kadar saat 6'yı bulmuştu, ancak kara bulutlar hala günün ışımasına izin vermiyordu.

Deniz kenarına indiğimde keşişleme iyice hafiflemişti. Tam istediğim aralığı, yani keşişlemenin poyraza çevirdiği anı yakalamıştım. Birazdan hava dönecek, güneyli rüzgarlardan kalan dalgalarla kuzey rüzgarının oluşturduğu dalgalar çarpışıp önümde istediğim çalkantıyı yaratacaktı. Rüzgarın hafiflemiş hali yine de 15 knot civarındaydı, ve bu da benim hafif su üstü sahteleri istediğim şekilde çalıştırmama engel oluyordu. Böyle durumlarda misina veya ip havada uçurtma görevi görerek sahteyi rüzgarın estiği yönde sürükler ve sizin vermek istediğiniz aksiyonu bozarlar. Buna engel olmak için rüzgarlı havalarda suya olabildiğince paralel ve yakın atışlar yaparak misinaya havada boşluk verdirmeyin. Aynı şekilde çekerken de kamışınızın ucunu suya yakın tutup misinanızı deniz yüzeyinden ayırmadan getirin. Bunu başarıyla uygular uygulamaz ilk balığımı aldım.  Artık heyecan dahi yaratmayan ebatta 400 gramlık bir ispendekle açılışı yaptım. Daha balığı kıyıya alır almaz, nereden geldiğini dahi anlayamadığım korkunç bir yağmur indi. Peşi sıra birkaç kilometre öteme ard arda yıldırımlar da düşünce balığı ve kamışı orada bırakıp doğru arabaya koştum. Daha arabaya varmadan sırılsıklam olmuştum. Arabada yağmurun hafiflemesini beklerken birden fotograf makinemin bulunduğu çantayı dışarıda unuttuğum aklıma geldi. Arabadan çıkıp delicesine yağan yağmurun altında koşup çantamı aldım ve arabaya geri döndüm. Arabaya kendimi attığımda artık ıslanmamaya çalışmak için çok geç olduğunu anladım. Bu sırada yağmurun da biraz hafiflediğini görünce tekrar oltanın başına döndüm. Hava yağmurun ardından beklediğim şekilde kuzeye dönmüştü. Deniz önümde kazan gibi kaynıyordu. Birkaç atış sonra görüntüsünü göremesem de balığın suyun üzerinde çırpınış sesini duydum. Hemen ardından da kamışın ucunda kendisini hissettim. Biraz oynayarak 700 gramlık bu ispendeği de suyun dışına çıkarttım. Fotograf makinemi tekrar yağmurun başlaması riskine karşı arabada bıraktığımdan normalde alışkanlık haline getirdiğim balığı sudan çıkar çıkmaz fotograflama işini bu sefer yapamadım. Bu durum biraz da bana zaman kazandırdı. Hemen hemen her atışımda dalgalardan zorla seçebilsem de takip aldığımı görüyordum. Bu esnada kıyıya sıkışan gümüşler de kendilerini levreklerin önünde oradan oraya atıyorlardı. Bu beslenme çılgınlığında üst üste 2 tane daha 600 ve 800 gramlık balık aldım. En son balığı diğerlerinin yanına koymaya giderken balıklardan birinin eksik olduğunu farkettim. Balığın ayaklanıp yürüyecek hali olmadığına göre akıbetinin ne olduğuna çok fazla kafa yormaya lüzum yoktu. Bu sefer işi gücü bırakıp etrafta kedi aramaya başladım. Kendimden beklemediğim ölçüde sinirlenmiştim, halbuki kedileri bir hayli severdim de. Bir balığı sudayken kaçırmaktan daha kötüsü karaya aldıktan sonra kaçırmak olsa gerek. Ne kediyi, ne de balığı bulabildim. Atışlarıma devam ettim, ancak aklım hala kedi ve balıktaydı. Her yere bakmıştım, nereye gitmiş olabilirdi. Bu esnada motivasyonumu kaybettiğimden olsa gerek ya takip alamıyor, ya da aldığım takiplerin hepsini kaçırıyordum. Aklıma geldikçe oltayı bırakıp etrafta kedi arıyordum. 1 kiloya yakın balığı çok uzağa götüremezdi. Nihayet uzun arayışlarım sonunda bakmayı en son akıl ettiğim yerlerden birinde kediyi buldum. Suçlu beni görür görmez topukladı, ancak balığı harap etmişti. Her ne kadar et için avlanmasam da, insan emek verdiği bir şeyin bu şekilde ziyan olduğunu görünce üzülüyor.

Balığı kötü durumda da olsa bulmanın vermiş olduğu biraz gevşemeyle atıp çekmeye devam ettim. Bundan sonra geçen yaklaşık 2 dakikalık süre hafızamda yavaş çekim olarak canlanıyor. O atışımda sahteyi rüzgarı da arkama olarak biraz daha ileri savurmuştum. Düştüğü yerde belki bir iki tur sarmadan oltaya tekrar balık bindi. Buraya kadar her şey normaldi. Çünkü ben o balığı da gelen diğer balıklar ebatında sanıyordum. Ancak bu balığın diğerlerinden farklı olduğunu anlamam uzun sürmedi. Balık diğerleri gibi direnmiyor, tam anlamıyla savaşıyordu. Bu seferki farklı dedim içimden. Balığı birkaç metre önüme getirene kadar son derece soğukkanlıydım. Tüm ataklarını serinkanlılıkla karşılıyor, yıpranmış ip misinamı zorlamasına izin vermiyordum. Ne olduysa balıkla yüz yüze geldiğimiz anda oldu. İkimiz de heyecandan çıldırdık. İçimden kendi kendimle konuşuyordum. "Emre, bu balığı alırsan ne kediye kızacaksın, ne de parçalanmış balığına üzüleceksin." "Ya kaçırırsam?" "Kaçırırsan da kedinin veya balığın artık bir önemi kalmayacak, her şeye lanet edeceksin." Balık kıyıda yolun sonunun geldiğini anlayınca beklediğim gibi son kez tüm gücüyle geri dönmeye çalıştı. İçimden kendi kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Ama iç sesim sürekli "Bu balığı kaçıracaksın." diye kafamın içini kemiriyordu. Her şey bu kadar kontrol altındayken nasıl kaçırabilirdim ki... Dememe kalmadı, balık dönüş yaparken anüs yüzgecini ipe doladı. Artık misinaya binen yük balığın doğrudan kuyruğunun gücüydü. İp misinanın kopuşu benim hayal kırıklığımın yanında o kadar umursamazcaydı ki, "abi kusura bakma, benden bu kadar" dercesine sessizce bırakıverdi balığı. Boşta kalan levrekle göz göze geldiğimiz o sahne bir klip olsa, herhalde ona en uygun şarkı -biraz arabesk bir seçim olmakla beraber-  şu olurdu.
"Gidiyorsun, bilmediğim uzaklara,
Bakarken ardından gitme kal diyemedim.
Şimdi her şey anlamsız,
Yarım kaldı aşkımız,
Akarken göz yaşlarım deli gibi amansız,
Diyemedim...
Diyemedim...
Diyemedim...
Gururum engel oldu, gitme kal diyemedim"





Gururum engel olmadı tabi. Dalgalar engel oldu. Halbuki peşinden ayakkabı, pantolon demeden dizime kadar denize girmiştim. Ya da o an, bir film sahnesi olsa en çok "Babam ve Oğlum"daki Çetin Tekindor'un şu repliğini hatırlatırdı:
"Burda dureydim böyle tam burda böyle gollerimi açeydim iki yena duteydım onu, duteydım onu ben, getme deyeydim, getme..."


Sonuç olarak gitme desem de gitti. O gitti, ama ben gidemedim. Olduğum yerde kalakaldım. Kelimenin tam manasıyla ruh gibiydim. Belki ruh bile değildim. Ruhum gitmiş, bedenim orada öylece dikiliyordu. Oltayı elime aldığım ilk günden bu yana denizin bana sunduğu en büyük armağanı kaçırmıştım. Hem de göz göre göre, hem de aramızda artık sadece santimetreler kalmışken... Tek kelimeyle bu bir hüsrandı. Avı sonlandırıp eve dönmeyi düşündüm. Kendi kendimi durdurdum. Yeniden başlamalıydım. Ölenle ölmemeli, gidenle gitmemeliydim. Başarısızlığın ardından beyaz bir sayfa açıp sıfırdan başlayabilmeliydim.

Daha fazla uzatmayayım, ben bugün yeniden başlayamadım. Her ne kadar kaçırmış olduğum trofeden sonra tekrar olta atmaya devam etsem de motivasyonum "o" balığı tekrar almaya yeterli değildi. İki tane daha ispendek aldım, birini koyuverdim, diğerini alıkoydum. Şu bir gerçekti ki, kaçan balıklar insana yakalananlardan her zaman daha fazla şey öğretiyordu. Ben bugün zaferleri yalnızca yeniden başlayabilenlerin kazanabileceğini öğrenmiştim. Bir de tabi, bazen hüsranla biten maceralardan da güzel hikayeler çıkabildiğini...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder