11 Temmuz 2013 Perşembe

Açlık Oyunları - 5

Bundan 4 ay önce yazdığım bir yazıda tazelikten dem vurmuştum. Beklemeye bırakılanın iki kaderi vardır. Bunlardan birisi yeşermektir, olgunlaşmaktır. Ama bu kendiliğinden olacak bir şey değildir. Tohumu rastgele bir toprağa bırakın, çimlenmez. Toprağına, suyuna, ışığına ilgi gösterilmesini bekler. Keza üzüm suyu kendiliğinden şarap olmaz, onu öylece bırakırsanız dönüşeceği şey sirkedir. Yeşermeyeni, olgunlaşmayanı doğada bekleyen kader ise çürümek, parçalanmaktır. Bundandır ki anıları, hikayeleri saklamanın, canlı tutmanın tek yolu onları yazıya dökmektir. Verba volant scripta manent (Söz uçar, yazı kalır)

Maalesef ki, ben daha birkaç ay öncesinden bu konunun öneminden bahsedip dakikalar öncesi yaşadıklarımı sıcağı sıcağına yazıya dökerken, o günün öncesi ve sonrasında yaşananları kaleme almayı erteledim de erteledim. Bu erteleme öyle bir hal aldı ki, bu sefer yeni yaptığım avları da yazmamın önüne geçti. Zamanında yapılmayan her iş, kendisinden sonraki işlerin de düşmanıdır. İşin kötüsü bir noktadan sonra başlığa da ismini verme nedenini oluşturan konunun detaylarını hatırlamaz oldum. En son bir hafta önce bu serinin kör düğüm haline geldiğini kendime itiraf edip, başarısızlığı kabullenmem gerektiğinin farkına vardım. Artık iyiden iyiye güncelliğini yitirmiş bu seriyi kangren haline gelmeden kesip diğer yazılarımın önünü açmam gerekiyordu. Seriyi sonlandırmanın fikri bile bana yeterince şevk verdi. Hemen ertesi gün, yani şu anda bilgisayarın başına geçtim ve işe koyuldum. Bugün olmasa bile en geç yarın bu defteri kapatmayı planlıyorum. Hoş bunların hiçbirinin sizin için önemi yok. Siz bu satırları okuduğunuza göre ben bu yazıyı her halükarda bitirmiş olacağım.

En son hangi avda kaldığımı hatırlamak için bile av fotograflarından destek alır hale geldim. Kısa bir araştırmanın ardından daha av faslımın ilk perdesini bile kapatmadığımı anladım. Bundan sonrası için gün gün alt başlıklarla devam edeceğim.

4 Mart 2013

Önceki gün kıyıya ölü dalgaları vuran sert hava nihayet kıyıya ulaşmıştı. O sabah her zamanki avlağıma gittiğimde çok nadir karşılaşabilecek bir durumla yüz yüze geldim. Çok değil, 24 saat önce balık aldığım yerler kurumuştu. "Deniz kurumuş" deyimi balıkçılar arasında avcılığın kesat olduğunu anlatır, ama bu sefer benim bahsettiğim konu balık değildi. Deniz kelimenin gerçek anlamıyla kurumuştu. Önceki gün balık aldığınız yerin bugün su seviyesinin üstünde kalması levrek avının ne denli farklı bir av olduğunu da çok iyi gösteriyor. Bu denli hırçın, cüsseli bir balığın en ufak bir gel git ile su yüzeyine çıkabilecek sığlıklarda yaşaması levreğin en ilginç özelliği olsa gerek. Suların bu şekilde ani çekildiği dönemlerde balık havuzlarda tutsak kalmamak adına derinlere gider. O nedenle bugün balığı burada aramanın hiçbir anlamı olmadığını düşünüp önceki gün verimli av yaptığım dere ağzına gittim.

Dere ağzına vardığımda fırtınanın getirdiği yüksek dalgalar kıyıyı olanca şiddetiyle dövüyordu. İlk başta olta atamayacağımı düşündüm. Sonrasında denize yüzümü döndüğümde solumda kalan iskelenin denizden yüksekliği sayesinde dalgaları aştığını fark ettim. Biraz tehlikeli olduğunu bildiğim halde cesaretimi toplayıp iskeleye çıktım. İskele denizin 20 metre kadar içine uzanıyordu. Bu bana büyük avantaj sağlayacak bir durumdu. Dev dalgaların çamaşır makinesi gibi karıştırdığı kıyı şeridinde balığı bulmak da, sahteyi çalıştırmak da mümkün değildi. İskelenin ucu dalgaların ilk kırıldığı bölgenin biraz ötesinde kalıyordu. Burası tam bu havalarda balığın bulunacağı bölgeydi. Buna rağmen sahteyi ilk birkaç atışımda çalıştırmak kolay olmadı. Dalgaların dipten kaldırdığı otlar, yosunlar sahtenin gaga ve iğnelerine dolanıp aksiyonunu engelliyordu. Yine aynı dalgaların yarattığı akıntılar bazen sahteyi ucunda balık varmış gibi çekiyor, bazen de dalganın arkadan verdiği güçle suya hiçbir mukavemet göstermeden itiyordu.  Bu esnada önceki günkü avlardan yıpranmış olan ancak benim ihmal ettiğim ip beden atışlarımdan birinde koptu. Uzunca bir süre tereddütte kaldım. Bulunduğum konum tehlikeliydi, zira aradan çıkıp gelebilecek azman bir dalga beni iskeleden sürükleyebilir, hatta iskeleyi komple yerinden bile sökebilirdi. Diğer yandan da oltadan yosun ayıklamaktan, bir öyle bir böyle gelen sahteden bıkmıştım. Son bir gayret ile kopan sahtenin yerine parlak gümüş karınlı, kahverengi sırtlı 13 cm'lik bir sahte taktım.



Sahteyi dalganın kırılma hattına paralel gönderip, bulanık suyun içinden çekmeye başladım. Hiç aklımda olmayan bir anda beklediğim balık yapışıverdi sahteye. Zekice taktiklerle dalgaların gücünden de faydalanan bu delikanlı levrek ile mücadelemiz oldukça keyifli geçti.  Dalga alıp götürür korkusuyla iskeleye çıkarmadığım kepçe yüzünden mecbur risk alarak balığı iskeleye çıkardım.


Balığı kıyıya almamdan 10 dakika geçmemişti ki yaptığım başka bir atışın ardından yine oltama bir ağırlık bindi. Ama bu seferki ne balığa, ne de yosuna benziyordu. Oltayı sudan çıkardığımda avın başında kopartmış olduğum sahtenin, benim sahteye dolaşıp geldiğini gördüm.

Deniz artık bana "Hadi artık alacağını aldın, daha fazla bana kafa tutma, git evine" diyordu. Gelen sese kulak verip avı sonlandırdım. Söz dinlemekle iyi yapmıştım. Akşam bir ihtimal de olsa, olta atabilirim diye aynı yere geldiğimde iskelenin çıkılacak hali kalmamıştı.


Burada olta atamayacağımı anlamam üzerine tekrar limanın yolunu tuttum. Sular yine alçak olmakla beraber sabaha göre bir nebze yükselmişti. Gün batarken buradan da tek balığımı alıp avı bitirdim.


Sonraki günlerde denizde başka bir hareketlilik başladı. Geldiğimden bu yana ilk kez yavru balıkları büyük gruplar halinde görüyordum. Ve ne enteresandır ki, yavru balıkların gelişiyle, oltamın sessizliğe bürünmesi de bir oldu. Geri kalan üç günde, tek bir balık dahi yakalayamadım. Oltama uğrayan yoktu belki, ama bu durum hedefimdeki balıkların kaybolduğu anlamına gelmiyordu. Önceki günlerin aksine, sabah ve akşam sularında denizin üstünde adeta kıyamet kopuyordu. Sabah, akşam bu can pazarına şahit oluyordum. Oynakların içine, dışına, sağına, soluna nereye atarsam atayım sahte yemin yüzüne bakan yoktu. Daha ilk gün gelen sıska levrekten, bugüne olan biten her şeyin bir açlık oyunu olduğu aşikardı. Üreme döneminden yeni çıkmış, denizde yem namına kılçık bulamayan levrekler, denize düşen hemen her şeyin tadına bakmaya hazırlardı. Ben de bu avantajı iyi değerlendirip, 11 gün içinde çok sayıda levrek ve ispendeği kandırmıştım. Hepsi bundan ibaretti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder