Gündüz öğle vaktine yakın uyanmak, geceleri ise geç vakitlere kadar eğlenmek... Tatilin birçok insana ifade ettiği şeyler bunlar... Benim rutin tatillerim ve haftasonlarım ise sabahın 5'inde kalkıp, akşam 10 gibi yatağın yolunu tutarak geçiyor. Hayır, tatillerimde ek iş olarak fırıncılık veya çöpçülük yapmıyorum. Sadece balığa gidiyorum. Bu hastalığa ne zaman yakalandığımı tam olarak bilmiyorum. Elime ilk oltayı almam mendirek taşlarının üstünde yengeç peşinde koştuğum zamanlara mı, veya babamın beni yanında götürdüğü ırmak avlarına mı dayanıyor, ondan da emin değilim. Emin olduğum tek şey varsa o da o günden bu yana kafamın bir köşesinde sürekli lüferlerin, levreklerin, baraküdaların, akyaların gezindiği...
Her şeye rağmen, uğraştığım hobiyi balık tutmak diye adlandırmam kendime haksızlık olur. Geceden ertesi sabah balığa gideceğimi bilmenin heyecanıyla türlü hayaller kurarak uykusuz kalmak, sabah ayazında doğan güneşi karşılamak, mevsimi, mekanı, havayı, akıntıyı hesaplayarak neyi nasıl yakalayacağıma karar vermek ve denizle bütünleşmek... Tüm bunların sonucunda gelen balık aslında bunca uğraşın sadece meyvesi, uğraşın kendisi değil.
Bunun yanında denizlerdeki hayata duyduğum ilgiyi sadece olta balıkçılığına indirgemem de doğru olmaz. Hatta olta balıkçılığına olan ilgim, özellikle zaman açısından daha iyi imkanlarımın olduğu öğrencilik dönemimde dalış ve sualtı fotografçılığına duyduğum ilginin bir hayli gerisindeydi. Ama topyekün bakıldığında tüm ilgi alanlarımın odağında balıkların ve denizler altındaki yaşamın olduğunu görmek pek zor değil. Peki neydi omurgalı sınıfının ilk basamağındaki bu canlıları benim için bu kadar farklı yapan?Neden kurbağa, kuş, kertenkele vesaire değil de balık?
Bu soruyu kendime sorduğum ilk zamanlar, deniz yaşamına karşı duyduğum tutkunun ilkel avcılık güdüsünden kaynaklandığını düşünmekteydim. Hala da balıklara olan ilgimin temelinde kısmen avcılık hissiyatımın rol oynadığını kabul ederim. Ama balık avını ne kadar seviyorsam, diğer kara avları da bana o kadar itici gelmekteydi. Asıl ilgi alanımın avcılık olmadığı kesindi. Daha sonraları dalışa ve su altı fotografçılığına olan ilgim artınca, denizlere olan tutkumun temelinin çok daha derinlerde olduğunu keşfettim. Denizlerin altı, insana içinde yaşadığı dünyadan çok daha farklı bir dünya sunuyordu. Sualtında süregiden hayat, etrafımızda aşina olduğunuz hiçbir yaşam biçimine benzemiyordu. Yer çekimi olmayan bu loş mavi ortamda canlıların beden yapıları, hareket şekilleri, iletişim biçimleri ve daha bir çok şey karadakinden, adeta iki farklı gezegene aitmişçesine tamamen farklıydı. İşte benim ilgimi çeken de buydu: Köprüden geçerken veya vapura binerken üstünden geçtiğim, kıyısında yürüyüş yaptığım, akşamları aynasında gün batımını veya mehtabı izlediğim denizlerin altında, yani hemen yanı başımızda sürüp giden hayatı keşfetme isteği...
Genel çerçevde yapılan sportif dalış bu saklı dünyayı çok sınırlı olarak görmeye imkan sağlar. İnsan fizyolojisinin limitleri, dalışa yasak bölgeler veya pratik olarak dalış yapmanın mümkünatı olmayan yerler insanın sualtında keşfedebileceği alanı büyük ölçüde kısıtlar. İnsanın limitlerinin sonlandığı noktada oltanın ucundaki incecik misina, yanı başınızdaki bilinmeyen dünyanın derinlerinden gelen, mors alfabesi ile kodlanmışa benzeyen bu sinyalleri size taşır. İlk başlarda dipteki taşlar, akıntı, midyeler, deniz anaları, balıklar derken hepsinin gönderdiği sinyaller bir birine karışsa da zaman ilerleyip el alıştıkça hepsinin olta ucundaki tınısının farkı anlaşılmaya başlanır. O gün geldiğinde, sizden metrelerce aşağıda balığın oltanın yanından geçerkenki kuyruk darbelerini hissetmeye başlarsınız. Artık sadece oltanın ucunda hangi balığın olduğunu değil, o balığın davranışlarını da hissedebiliyorsunuzdur. Kendinizi bir anda metrelerce derinlikte balıkla karşı karşıya onunla strateji savaşı verirken bulursunuz. İşte bu aşamada en sığ sulardan, en derin çukurlara kadar tüm denizleri keşfetmeye hazırsınız demektir. Yolunuz açık olsun...
Her şeye rağmen, uğraştığım hobiyi balık tutmak diye adlandırmam kendime haksızlık olur. Geceden ertesi sabah balığa gideceğimi bilmenin heyecanıyla türlü hayaller kurarak uykusuz kalmak, sabah ayazında doğan güneşi karşılamak, mevsimi, mekanı, havayı, akıntıyı hesaplayarak neyi nasıl yakalayacağıma karar vermek ve denizle bütünleşmek... Tüm bunların sonucunda gelen balık aslında bunca uğraşın sadece meyvesi, uğraşın kendisi değil.
Bunun yanında denizlerdeki hayata duyduğum ilgiyi sadece olta balıkçılığına indirgemem de doğru olmaz. Hatta olta balıkçılığına olan ilgim, özellikle zaman açısından daha iyi imkanlarımın olduğu öğrencilik dönemimde dalış ve sualtı fotografçılığına duyduğum ilginin bir hayli gerisindeydi. Ama topyekün bakıldığında tüm ilgi alanlarımın odağında balıkların ve denizler altındaki yaşamın olduğunu görmek pek zor değil. Peki neydi omurgalı sınıfının ilk basamağındaki bu canlıları benim için bu kadar farklı yapan?Neden kurbağa, kuş, kertenkele vesaire değil de balık?
Bu soruyu kendime sorduğum ilk zamanlar, deniz yaşamına karşı duyduğum tutkunun ilkel avcılık güdüsünden kaynaklandığını düşünmekteydim. Hala da balıklara olan ilgimin temelinde kısmen avcılık hissiyatımın rol oynadığını kabul ederim. Ama balık avını ne kadar seviyorsam, diğer kara avları da bana o kadar itici gelmekteydi. Asıl ilgi alanımın avcılık olmadığı kesindi. Daha sonraları dalışa ve su altı fotografçılığına olan ilgim artınca, denizlere olan tutkumun temelinin çok daha derinlerde olduğunu keşfettim. Denizlerin altı, insana içinde yaşadığı dünyadan çok daha farklı bir dünya sunuyordu. Sualtında süregiden hayat, etrafımızda aşina olduğunuz hiçbir yaşam biçimine benzemiyordu. Yer çekimi olmayan bu loş mavi ortamda canlıların beden yapıları, hareket şekilleri, iletişim biçimleri ve daha bir çok şey karadakinden, adeta iki farklı gezegene aitmişçesine tamamen farklıydı. İşte benim ilgimi çeken de buydu: Köprüden geçerken veya vapura binerken üstünden geçtiğim, kıyısında yürüyüş yaptığım, akşamları aynasında gün batımını veya mehtabı izlediğim denizlerin altında, yani hemen yanı başımızda sürüp giden hayatı keşfetme isteği...
Genel çerçevde yapılan sportif dalış bu saklı dünyayı çok sınırlı olarak görmeye imkan sağlar. İnsan fizyolojisinin limitleri, dalışa yasak bölgeler veya pratik olarak dalış yapmanın mümkünatı olmayan yerler insanın sualtında keşfedebileceği alanı büyük ölçüde kısıtlar. İnsanın limitlerinin sonlandığı noktada oltanın ucundaki incecik misina, yanı başınızdaki bilinmeyen dünyanın derinlerinden gelen, mors alfabesi ile kodlanmışa benzeyen bu sinyalleri size taşır. İlk başlarda dipteki taşlar, akıntı, midyeler, deniz anaları, balıklar derken hepsinin gönderdiği sinyaller bir birine karışsa da zaman ilerleyip el alıştıkça hepsinin olta ucundaki tınısının farkı anlaşılmaya başlanır. O gün geldiğinde, sizden metrelerce aşağıda balığın oltanın yanından geçerkenki kuyruk darbelerini hissetmeye başlarsınız. Artık sadece oltanın ucunda hangi balığın olduğunu değil, o balığın davranışlarını da hissedebiliyorsunuzdur. Kendinizi bir anda metrelerce derinlikte balıkla karşı karşıya onunla strateji savaşı verirken bulursunuz. İşte bu aşamada en sığ sulardan, en derin çukurlara kadar tüm denizleri keşfetmeye hazırsınız demektir. Yolunuz açık olsun...
Vay be, ilk yazı ne kadar güzelmiş, ne kadar şairane, edebi. Bildiğim ama üstünde düşünemediğim neler anlatmış bu kısacık yazı, sayfalar olsa okunurdu. Tebrikler. Devamının ne kadar öğretici, fikir ufku açıcı olacağı bu ilk yazıyla ortada.
YanıtlaSil