20 Kasım 2014 Perşembe

Lüfer Bayramı

Asırlardır süregelen bir festivaldir İstanbul'da lüfer mevsimi. Binlerce yıldır bu topraklardan farklı kültürler, farklı imparatorluklar geçmiş, konuşulan diller, edilen dualar değişmiş ama lüferin bu şehrin kimliğindeki yeri hiçbir zaman değişmemiştir. İşte binlerce yıldır kutlanan bu toprakların en eski bayramının bu seneki son günlerini de geride bırakıyoruz. Kasım'ın ortalarından itibaren lüfer sürülerinin yerini çoğunlukla sarıkanat ve çinekoptan oluşan daha ufak balık sürüleri almaya başladı. Lüfer artık bundan sonra büyük akınlar yerine eskisine göre daha küçük gruplarda, çoğunlukla da çinekop sürülerinin içinden yürüyecek ve Aralık ortasına doğru yatak yapanlar haricinde göçünü tamamlayacak.

Lüfer bayramı ne yazık ki günümüzde artık eski görkem ve ihtişamından uzak kutlanıyor. Eskinin bolluğunun yerini tezgahlarda bir kilo et parasına satılan, kuyumcu vitrinine dizilir gibi dizilen lüferler aldı. Balık öylesine azaldı ve nazlandı ki, kıyı balıkçıları için "lüfer" geçişi çoğu zaman bir anlam ifade etmiyor; birçoğu lüferin arkasından gelecek küçük aile üyelerini, çinekop ve sarıkanatları bekliyor. Tekne balıkçıları ise bazı günler balığın belli akış noktalarında yem yüzdürme avantajlarını kullanıp eski günleri anımsatan lüfer avları yapabiliyor.

Ben de lüfer mevsiminin gelmesiyle birlikte her sene olduğu gibi bu sene de balık peşine düştüm. Kah ıslandım, kah rüzgar yedim, kimi zaman uzun yollara düştüm, kimi zaman evime yürüyüş mesafesindeki yerleri denedim. Bu çabaların büyük bölümü hüsranla sonuçlandı. İlk denemem Eylül ortalarında İstanbul Avrupa yakasında Boğaz'ın Marmara ile birleştiği bir bölgedeydi. Yalan yok, arkadaşımdan gelen istihbarat üzerine bu bölgeye yönelmiştim. Yoksa gecenin 3'ünde kalkıp rüyamda görmüşcesine bu kadar uzakta balığın peşine düşecek halim yoktu. Meraya vardığımda hatırı sayılır bir kalabalık olduğunu, buna karşılık pek de bir hareketlilik olmadığını gördüm. Furyayı ne yazık ki birkaç gece arayla kaçırmıştım. Kaldı ki, sezon başı olduğu için ne ekipman olarak, ne de zihinsel manada balık tutmaya hazır değildim.  Nitekim o gece sabaha kadar süren denemelerimde değil tek bir balık, vuruş dahi alamadım. 

Eylül ayının sonuna yaklaşırken aklımda hep Boğaz'ın Karadeniz girişini yoklamak vardı. Bölgeden gelen olumlu haberlerin artması üzerine nihayet bu düşüncemi yanıma birkaç av arkadaşı alarak bir haftasonu gerçekleştirdim. Ne şans ki, o tarihte rüzgar, hava tahminlerinin çok üstünde eserek oltalarımızı balığın gezdiği sulara ulaştırmamızı engelledi.





Ekim ayı geldiğinde artık lüfer akışı iyice hızlanmıştı. Teknelerden çok verimli av haberleri gelse de, kıyıdan birkaç istisna haricinde çıt çıkmıyordu. Öte yandan sonuçsuz kalan denemelerim de moralimi ve motivasyonumu tüketmek üzereydi. Aklımda son bir yer daha vardı. Burası 3 sene önce tam o günlerde hem sabah, hem akşam suyunda çok güzel lüferler aldığımız bir avlaktı. Ondan sonraki her sene aynı dönemde bu avlağı kontrol ettiysem de bir daha aynı avları yapamamıştım. Ama içimde halen balığın o bölgeye yaslanacağına dair bir umut vardı. Nitekim sabaha karşı avlakta birikmeye başlayan tekneler de boş yere ümit beslemediğimi gösteriyordu. Ne var ki, sonrasında işin rengi değişti, tekneler çoğaldı, çoğaldı, daha da çoğaldı. Sabah hava aydınlandığında onlarca tekne kelimenin tam anlamıyla ayağımın dibinde dolaşmaya başlamıştı. Üstüne üstlük bir de yetmezmiş gibi balık tutuyorlardı. Ben ise oltayı teknelerin arasına düşürebilmek için olmadık cambazlıklar yapıyor, buna rağmen teknelerin boyuna indir bindir yaptığı denizden tek balık alamıyordum. Durum tam bir işkence halini almaya başlamıştı. Spin takımı bırakıp yanımda bulunan surf takıma geçtim. Teknelerden zar zor aralık bulduğum bir anda 150 gramlık kurşunla ağırlaştırılmış sahteyi 30 metre kadar ileri attım ve çekmeye başladım. Birkaç tur sonra sarımım aniden ağırlaştı. Son ana kadar sağımdan birinin oltamı çektiğini düşünüyordum, ta ki sudaki muhteşem parıltıyı görene kadar... Evet, uzun uğraşlar sonucu nihayet sezon açılışını yapmıştım. Tarih belki tam anlamıyla tekerrür etmemiş ancak bana istediğimi vermişti.


Aradığım kıvılcımı bulmuştum. Motivasyonum bitti dediğim yerde küllerinden doğmuştu. Bu hevesle ertesi gün yine aynı avlağa gittim ama bu defa gerçekten oltayı denize düşürebilecek boşluk dahi kalmamıştı. Kıyıdan bir süre teknecilerin avlarını izleyip geri döndüm. O akşam evde otururken ve balığa çıkmayı aklımın ucundan dahi geçirmezken bir his beni dürttü. Bir arkadaşımın uzun zamandır bahsettiği ama benim bir şekilde üşenip gitmediğim bir avlak aklıma geldi. Güneş batmak üzereydi. Arkadaşımla irtibata geçip onun da akşam suyu için aynı yere gittiğini öğrenince arabaya atladığım gibi soluğu Marmara'nın kıyısında aldım. Uzun bir yürüyüşün ardından hava kararmak üzereyken avlağa geldim. Arkadaşım avlakta yerini almış ve çoktan olta atmaya başlamıştı. Balık olup olmadığını sormamıştım ama beni bir an önce kendime bir yer bulmam için yönlendirmesinden bir şeyler döndüğünü anladım. Kendime bir kaya bulup takımlarımı hazırlarken sağımdan bir şapırtı koptu. Suyu böylesine yara yara gelen başka bir balık olamazdı.. Hızlı olmaya çalıştıkça elim ayağıma dolanıyordu. Panikten güç bela takımı hazırlayıp atıp çekmeye başladım. Peşi sıra etrafımda birkaç balık daha çekildi ve balık kesti. O gün balık alamamıştım ama ilerleyen günlerdeki yeni avlağım belli olmuştu.

Ertesi günün akşamı, bu sefer tedarikli ve planlı olarak aynı yerdeydim. Avlakta erkenden yerimi aldım. Kendime düzgün bir kaya seçtim. Geçen Mayıs ayında mendirekte kayalıkların arasına düşürdüğüm sarıkanatlardan dersimi iyi almıştım. Burada en azından balık düşse bile balığı zapt etmek için zamanım olacaktı. Her şey planlıydı, geriye sadece balığın gelmesi kalmıştı. Daha güneşin ufka kavuşmasına yarım saatten fazla varken ilk balık bindi oltaya. Sanki oltanın bir ucu balığın ağzında, diğeri ise kalbimdeydi. Balığın her hamlesinde misina kalbimi çekiştiriyordu. Balığı sudan kestikten sonra fazla çırpınmasına fırsat vermemek için olduğu gibi elimle yapıştım balığa. Ağzında sahte olan bir balığa yapışmanın ne kadar tehlikeli olduğunun bilincindeydim ancak o an salgıladığım adrenalin beynime sanki bunun bir ölüm kalım meselesi olduğu mesajını veriyordu. Nitekim sahtenin iğneleri elime girmedi ama balık elimi tam baş parmak ile işaret parmağı arasındaki yumuşak bölgeden kaptı. Kaptı ki ne kapmak... Acıyı hissetmiyorum, tek istediğim bir an önce elimi bırakması ve olta atmaya devam edebilmem...Koparacaksan kopar yeter ki elimi bırak diyorum. Hayvan en sonunda çenesini açıyor. Allah'tan çok ciddi bir şey yok. Zaman kaybetmeden at-çek'lere devam ediyorum. Bir atış, iki atış, üç at... Hoop... Bu seferki daha da kuvvetli ama kalama sonuna kadar sıkılı... Balığı kulağından tuttuğum gibi getiriyorum. Karaya alırken korktuğum başıma geliyor ve balık taşın üzerine düşüyor. O andan sonra saniyeler, arka planda kalp atış ritmim eşliğinde yavaş çekim işliyor. Yere düştükten sonra tekrar çırpınmadan balığı zaptetmeliyim. Ben hamle yapmama kalmadan balık debeleniyor. Aşağı düşmesine santimetreler kala ilk hamleyi ayağımla yapıyorum. Bu sefer diğer tarafa fırlıyor, onu da ayağımla karşılıyorum. Dar alanda top çevirmeye çalışan futbolcu gibiyim. En son balığın saliselik bir durgun anında faydalanıp üzerine kapaklanıyorum. Yavaş çekim hayat tekrar normale dönüyor. O zaman kalp atışlarımın aslında ne kadar hızlandığını fark ediyorum. Elim ayağım titreye titreye sahteyi tekrar denize gönderiyorum. Havanın kararmasıyla sarım hızımı azaltıyorum. Önce çok yakın mesafeden bir sarıkanat alıyorum. Hemen ardından tam toplanmak üzereyken aldığım güzel bir lüfer ile kapanışı yapıyorum.





Oyuna ısındım ya, kimse beni durduramaz. Ertesi sabah yine "Allah, Allah!!!" nidalarıyla balık üzerine sefer düzenliyorum. Ama ne olduysa, tek bir vuruş bile alamadan "Allah, Allah???" diyerek geri dönüyorum.

Sonraki birkaç gün merayı yoklayamıyorum. Malum zaman çok sınırlı. Saatler henüz geri alınmadığından ne sabah suyuna kalabiliyorum, ne akşam suyuna yetişebiliyorum. Birkaç gün sonra gözümü karartıp sabah suyuna gidiyorum. Hava aydınlanmaya başladıktan sonra yarım saatim bile yok takımları toplamak için. Gerçi ilk vuruşları gider gitmez, hava daha karanlıkken alıyorum. İlk vuruş karavana... Su üstü yapıp, iğneyi ağzından atıveriyor. Yapacak bir şey yok, kısmetim değilmiş. Havanın yavaşça ağarmasıyla ardı ardına vuruşlar geliyor. Çok kısa sayılacak zamanda üç balığı peş peşe alıp, mesaiye yetişebilmek adına avı noktalamak durumunda kalıyorum.



Ağzım kulaklarımda dolaşıyorum tüm gün. Gören lotodan büyük ikramiye çıktı sanır.Anlatılması mümkün olmayan bambaşka bir hissiyatı var bu balığı yakalamanın. Yakalandığı anda verdiği mücadele, salgılattığı adrenalin öylesine bir bağımlılık yaratıyor ki, balığı yakaladıktan kısa bir süre sonra bile sanki o anı hiç yaşamamış gibi, o heyecanı hiç tatmamış gibi yeniden bir arzu kaplıyor insanın içini. Sonrası malum... Gece, gündüz, dağ, taş, yağmur, çamur demeden kendinizi bu balığın peşinde buluyorsunuz. Ertesi gün de tam böyle bir gün. Tüm senaryolar yağmur, fırtınadan öte bir afetin geleceğini öngörüyordu. Ne yapacağımı bilemez şekilde alarmı sabah 5'e kurarak kafamı yastığa koydum.

Alarmdan önce cama vuran yağmur damlalarının sesiyle uyandım. Kafamı yastıktan dahi kaldırmadan tekrar uykuya dalmak üzere gözlerimi kapattım. Uykuya dalmak üzereyken, zihnimde lüferin sudan çıkmadan önce parladığı o görüntü canlandı. Gözlerimi açtım, yataktan ok gibi fırladım. Saniyeler içinde giyinip kendimi sokağa attım. Sokak arasında rüzgar hissedilmiyordu, yağmur da hafiflemişti. Bağımlılık beni yine denizin kenarına çekiyordu.

Avlağa daha varmadan, kamışların ardı ardına havayı kesme sesleri gelmeye başlamıştı. Bu havada balığa çıkan tek deli ben değildim. Ama sabah hava aydınlanırken yağan yağmurda orada dikilebilecek çok az sayıda deliden biri olacaktım. Duşa girip musluğu sonuna kadar çevirsem, o kadar ıslanamazdım. Bir noktadan sonra "zaten ıslanacağım kadar ıslandım, hiç değilse geldiğime değsin" diyerek yağmura direndim. O ise beni vazgeçirmeye inatmışçasına durmak bilmedi. Neyse ki çok katlı giyindiğimden, en üstteki giysilerim su alsa dahi, ıslaklığı içimde çok hissetmiyordum. Yaklaşık yarım saat kadar sonra yağmur durmuş, gökyüzü yükselmişti. Ben ve azimli dört beş kişi suyu kırbaçlamaya devam ediyorduk ama halen ne gelen vardı ne giden. Artık avı bırakmak için son atışlarımı sayarken olta üstünde durduğum kayanın hemen önünde kilitlendi. Gitti canım sahte demeye kalmadan balığın ayna yapan karnını gördüm. O kadar kısa mesafede dahi bir sağa, bir sola gidip teslim olmadı. Güçlükle balığı sudan kesip, bacaklarımın arasında zaptettim. Boyu 40 santime dayanmış bu güzellik karşısında denilebilecek fazla söz yoktu.


Saniyeler içinde sanki üzerimdeki tüm ıslaklık kurumuş, giysilerim hafiflemişti. Gözümde günü fazlasıyla kurtarmıştım. Devamı gelirse ne ala diyerek yaptığım ikinci atışta olta attığım yerde adeta çakılı kaldı. Sahte sanki kıyıdan geçen bir tekneye takılmış gibi duraksamaksızın kıyıya paralel ilerliyordu. Bu levrek olmalı diye geçirdim içimden. O an avlakta bulunan diğer arkadaşlardan yardım dahi istedim. Ancak bir gariplik vardı, bu balık hiç kafa atmıyordu. Bu şekilde oltayı sürükleyecek bir levreğin çok sağlam kafa atışları olurdu. Balık suyun bulanıklığı içinden belirdiğinde üzülsem mi sevinsem mi bilemedim. Birkaç dakika önce tuttuğumun aynısı ebatta bir lüfer sahteye boylu boylamasına takılmıştı. Bu yüzden sürekli kıyıya yanlamasına yüzmüş ve normalde uygulayacağının çok üstünde bir güç uygulamıştı.



Avın sonucu ıslandığıma fazla fazla değmişti. Saniyeler içinde yaşanan mücadele, saatler boyunca bir kayanın üzerinde sırılsıklam dikilmenin eziyetini unutturuyordu.






Sonraki birkaç gün hava tahminlerinin gözümü korkutması dolayısıyla balığa çıkmaya dahi yeltenmedim. Ne var ki, tahminler gerçekleşmedi, ben ise mis gibi havalarda balığa çıkamadığımla kaldım. Bu esnada hafta ortasındaki 29 Ekim tatilinden faydalanarak yeniden şansımı denemek üzere Karadeniz'e çıktım. Geçen seferkinin aksine tüm şartlar sağlanmasına rağmen bu sefer de balık yoktu.

Son balıkları aldığımdan bir hafta sonrasında ise mevsimin kapanışını yaptım. Kimsenin sahte ile balık alamadığı bir sabah, yanımdaki Hansen Pilgrim kaşığa şans verdim. Kendisi yüzümü kara çıkartmadı ve bana güzel bir lüfer hediye etti.


Sabahki başarısının üzerine aynı günün akşamında da kaşıkla devam etme kararı aldım. Akşam suyunda da avlağa sessizlik hakimdi. Kimsede ne bir vuruş, ne de bir aksiyon vardı. Balık yokluğundan bir yandan yanımdaki arkadaşımla çene çalıyor, diğer taraftan gözüm dalmış bir şekilde kaşığın önümde parıldayarak süzülüşünü izliyordum.  Tam kaşığı sudan kesmek üzereyken derinlerden, bulanığın içinden gelen bir kuyruk darbesi sessizliği bozdu. Saldırı tam önümde olmuştu ve balık oltadaydı. Oltayı sarmama dahi gerek olmadan balığı kenara aldım.

Tam önümde gerçekleşen bu saldırı bana ilham vermişti. Kaşık kıyıya iyice yaklaştığında sarım hızımı azaltıp, kamışın ucunu ise yukarı kaldırıp kaşığın önüme doğru yavaşça süzülmesini sağlıyordum. Yine gözümün daldığı bir esnada ikinci saldırı gerçekleşti. Avına altından takip eden lüfer müthiş bir saldırıyla ağzında kaşıkla birlikte suyun dışına fırladı. Havadaki kıvrılışı, etrafa sıçrattığı su damlaları ve tekrar suya yavaşça düşüşü... Adeta yavaş çekimde olmuştu hepsi. Balık oltaya yakalanmamıştı ama duyduğum heyecan ve tanıklık ettiğim o an, o balığı tutmamdan çok daha değerliydi. Aynı saldırıyı bir daha yaşayabilmek adına at çeklerime ara vermeden devam ettim. Hava kararmak üzereyken kaşığa son bir saldırı aldım. Ama bu saldırıda ancak balığın yarattığı girdabı görebilmiştim.

Böylece lüfer mevsimindeki son balığımı da yakalamıştım. Sonraki birkaç gün avlak tamamen sessizliğe gömülünce ve her yerden sarıkanat haberleri gelmeye başlayınca lüfer sürülerinin Boğaz'ı terk etmeye başladığını anlamıştım. Belki sezonun devamında daha lüfer veya lüferler yakalayacaktım, ancak bundan sonra ağırlık sarıkanatlarda olacaktı.

Bir mevsim, bir festival de İstanbul Boğazı'nda böylece geride kalmıştı. Belki asıl curcunanın, şenliğin uzağındaydım ama yine de kıyıdan kısmetime düşeni almıştım ve bundan da memnundum. Şu kısa hayatımızda kim bilir kaç lüfer mevsimi daha göreceğiz, kaç kez daha bu müthiş hayvanların büyük göçüne şahit olacağız? Her şeyden önemlisi ise kaç lüfer mevsimi daha adına yaraşır şekilde lüferler ile süslenecek?

3 yorum: