2 Ocak 2024 Salı

Eskilerden - Yarım Kalan Yazılar 1 (Lambuka)

Jig değiştirmek için dalgalardan uzağa koyduğum takım çantasına yöneldiğimde kafamın içinde birkaç gün önce Savaş ile yaptığımız telefon konuşması canlandı. "Jigi yüzeyden, suyun üzerini çizdirerek getirmeyi dene." demişti.

Arkamdaki tepeden yükselen güneş, sert esen rüzgara rağmen bunaltıcı olmaya başlamıştı. 1 saatten fazla süredir rüzgara karşı aralıksız çalışıyor, arada gelen büyük dalgalarla baştan aşağı yıkanıyordum. Önceki günlerin yorgunluğu ve gece geç yatmam da hesaba katıldığında dayanacak çok fazla gücüm kalmamıştı. Jig değiştirmek için dalgalardan uzağa koyduğum takım çantasına yöneldiğimde kafamın içinde birkaç gün önce Savaş ile yaptığımız telefon konuşması canlandı. "Jigi yüzeyden, suyun üzerini çizdirerek getirmeyi dene." demişti. Önceki günlerde bunu birçok defa denediysem de sonuç alamamıştım. Ama bir sefer daha denemekten bir zarar gelmezdi. Jigi rüzgara karşı olanca gücümle açığa yollayıp, dibe inmesine fırsat vermeden hızlıca çekmeye başladım. Dalgalardan daha az etkilenmek için durduğum yer denizden hafifçe yüksek bir yerdi. İçimde çok fazla bir umut olmasa da, jjgi kah suyu çizdirerek, kah suyun üzerinde küçük zıplatmalar yaparak getiriyordum ki... Yaklaşık 50 metre ileride, jigin peşinden agresif hareketlerle gelen üç dört tane uzunca yeşil sırt gördüm. İlk başta bunların önceki günlerde yakaladığımız azman zarganalardan (houndfish) olduğunu düşünüp çok heyecanlanmadım. Ancak balıkların yaklaşmasıyla bunların lambuka olduğunu anladım. Balıkların takibini görmemle, içlerinden birinin oltaya vurması neredeyse bir oldu. Öyle ki takibin vuruşla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı konusunda heyecanlanamadım dahi.


Hafif takımlarla çalışma alışkanlığımdan dolayı jig kamışı olarak önüme gelen kamışların hepsi bana çok sert geliyordu. Oldukça tereddütlü ve sürekli daha yumuşak kamışlara meyleder bir haldeydim. Tam kararımı değiştirmek üzere olduğum anda eski dostum Berk İpek beni almaktan vazgeçmek üzere olduğum kamışı test etmek üzere dışarı çağırdı. Kamışa bir makine monte edip kalamasını sonuna kadar sıktı. Makinedeki misinanın ucuna ise 250 gramlık bir kurşun bağlayıp var gücüyle aşağı doğru asıldı. Ben de aksi yönde yukarı asıldım. Kamışın ucu neredeyse 90 derecelik bir açı ile yere değerken, üstündeki ağırlığın 10 kilonun çok üzerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. O an gözümde kayalıkların üzerinde tek başıma olduğum, denizin dalgalı olduğu ve balığı kakıçlama veya kepçeleme şansımın olmadığı canlandı. İşte o an da tam bu andı.

Balık jigi takip ederkenki hızını hiç kaybetmeden ters yönde basmaya başladı, ancak olta gitmesine izin vermeyince bir anda çılgına döndü. Aklımda balığı bir an önce kıyıya almak vardı ama nasıl? Yanımda kakıç vardı ama tek başımaydım ve dalgalar deniz seviyesine inmeme izin vermiyordu. Öte yandan balığın kendini suyun dışına vurduğu her sefer tehlikeliydi, jig ağırlığının da yardımıyla kolaylıkla balığın ağzından çıkabilirdi. Balığı çok oyalanmadan kayaların denize eğimli girdiği noktadan çıkartmak durumundaydım. Var gücümle oltaya asılıp balığı dalgaların kayaya vurduğu noktaya kadar getirdim. En kritik nokta burasıydı. O saniyenin binde biri kadarki anda kısa bir zaman yolculuğu yapıp kamışı aldığım ana döndüm. Hafif takımlarla çalışma alışkanlığımdan dolayı jig kamışı olarak önüme gelenlerin hepsi bana çok sert geliyordu. Oldukça tereddütlü ve sürekli daha yumuşak kamışlara meyleder bir haldeydim. Tam kararımı değiştirmek üzere olduğum anda eski dostum Berk İpek beni almaktan vazgeçmek üzere olduğum kamışı test etmek üzere dışarı çağırdı. Kamışa bir makine monte edip kalamasını sonuna kadar sıktı. Makinedeki misinanın ucuna ise 250 gramlık bir kurşun bağlayıp var gücüyle aşağı doğru asıldı. Ben de aksi yönde yukarı asıldım. Kamışın ucu neredeyse 90 derecelik bir açı ile yere değerken, üstündeki ağırlığın 10 kilonun çok üzerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. O an gözümde kayalıkların üzerinde tek başıma olduğum, denizin dalgalı olduğu ve balığı kakıçlama veya kepçeleme şansımın olmadığı canlandı. İşte o an da tam bu andı. İpin ve öncü misinanın sağlamlığına da güvenerek balığı kayalıkların nispeten sudan daha az yüksek olan bir bölgesinden kaldırmaya karar verdim. Tabi balık halen yorulmamış iken bunu yapmak pek kolay olmayacaktı. Balığı kayanın dibindeki köpüklerin içine söktüm ve kaldırmak için var gücümle asılmaya başladım. Balık köpüklerin, girdaplı suların içinde kaybolmuştu. O ara her şey olabilirdi. Jig ağzından da çıkabilirdi, gelen bir dalga balığı kayaların arasına sokup misinayı da kestirebilirdi veya ip benim bilmediğim zayıf bir yerinden kopa da bilirdi. Tek bildiğim kamışın kolay kolay kırılmayacağıydı. Neyse ki hiçbiri olmadı. Balığı kayanın üzerine çıkarmıştım.




6 Nisan 2017 Perşembe

Sığ Sulardan Engin Denizlere

İnsan doğası geçmişte tecrübe ettiği ve başarılı sonuç aldığı yöntemleri tercih etmeye meyillidir. Yeniyi keşfederken sarf ettiğimiz çaba ve vazgeçtiğimiz kolay kazanımlar bizi farklı yöntemler denemekten çoğu zaman alıkoyar. Bu ikilem günlük yaşantımızın içinde öyle çok alanda karşımıza çıkar ki, dilimizde  "Dimyat'a pirince giderken, eldeki bulgurdan olmak" şeklinde bir karşılığı dahi vardır. Ancak gelişim için yeniyi keşfetmek, yeniyi keşfetmek için ise eskiden bir parça vazgeçmek mecburidir.

Balık tutma keyfimin yıllar geçtikçe daha dar zamanlara sıkışması, beni de ister istemez alıştığım yöntemlere esir etti.  Nazarımda büyük oranda sportif balıkçılıktan uzaklaşıp boş zaman eğlendirme halini alan boğaz avlarını saymazsak, son birkaç senemi tamamen sığlıklarda kah dalarlı, kah su üstü sahteler ile levrek peşinde geçirdim. Zaman zaman turna, çipura, melanur, sargoz ve benzeri kıyı balıklarına da vakit ayırsam işin özünde av yöntemleri hep benzerdi. Neden bilmiyorum ama hedeflerimi, hayallerimi bir türlü büyütemediğimin çok geç farkına vardım.

Kendimce tabi ki haklı gerekçelerim vardı. Zaten İstanbul'daki balıkçılık keyif vermiyordu. 3-5 günlük tatilimi macera peşinde koşmaktansa, alışkın olduğum yöntemlerle alacağım bir levrek ile süslemek daha cazip geliyordu. Ancak bulunduğum bölge itibariyle tuttuğum balıklar da ne uzuyor, ne kısalıyordu. 1-2 arası levrekler iyiden iyiye standart avım haline gelmişti. Sadece tuttuğum balığın ebatı değil, oltama takılabilecek balıkların türleri de aşağı yukarı belliydi. Ege'de avlanmaya başladığım ilk zamanlar yaşadığım "acaba bu sefer oltama ne gelecek" heyecanını büyük ölçüde yitirmiştim.

Nihayet biraz geç de olsa, alışık olduğum avlaklardan ve takımlardan ayrılıp yeni yöntemler denemeye karar verdim. Bunun ilk adımı olarak hem popping, hem jigging yapabileceğim, hem de ağır sahteler ile kullanabileceğim çok amaçlı bir takım oluşturdum. İkinci ayağında ise bu takımı kullanabileceğim meraları tespit etmeye çalıştım.

İlk sınav kofanaydı. Haziran, Temmuz aylarında yarımadanın birçok noktasından çok güzel kofana avları yapılmıştı, ancak ben biraz geç kalmıştım. 4-5 gün art arda gerçekleştirdiğim başarısız denemelerin ardından kofananın peşini bırakıp, enerjimi jig avlarına verme kararı aldım. Jig avlarında da ilk günler çok umut verici değildi. Avlandığım bölgenin dip yapısını kestirene kadar azımsanmayacak sayda jigi deniz tabanında bırakmıştım. Öte yandan kimi zaman kızgın güneşin altında kavruluyor, kimi zaman ise sert rüzgar ve kayalardan sekip beni baştan aşağı ıslatan dalgalarla boğuşmak zorunda kalıyordum. Bu arada limanın içinden iki gün peş peşe sabah suyunda aldığım levrekler beni derinden derine bildiğimi okumaya çağırıyordu. Ancak içimden gelen bu sese kulak vermeyip denemeye devam ettim. İyi ki de etmişim...

27 Ağustos 2016


29 Ağustos 2016


Bir hafta boyunca büyük bir azimle hemen hemen hiçbir sabah veya akşam suyunu kaçırmamış, jigging için seçtiğim avlakta yerimi almıştım. Artık tatilimin de sabrımın da sonuna yaklaştığım günlerden biriydi. Bilhassa akşam suyunda sıcağın etkisinin geçmesini beklediğimden çok acele etmiyor, saat 6'yı geçerken avlakta yerimi alıyordum. O gün biraz daha rahat davranmış ve avlağa varışımı iyice geciktirmiştim. Kendime nispeten dalgalardan korunaklı ve kayaların üzerinde rahatça dikilebileceğim bir yer bulup atışlara başladım. Yine bir müddet alışık olduğum şekilde boşa atıp çektim. Çeşitli aksiyonlarla ve farklı hızlarda denemeler yapıyordum. Bir süre sonra hiç beklemediğim bir anda, dipten 3-4 tur yukarıda makinenin kolu bir anda kilitlendi. Önceki günlerin alışkanlığıyla ilk olarak bunun bir kaya olduğunu düşündüm. Ancak kayanın elimdeki oltayı çekiştiremeyeceğinden yola çıkarak bu düşüncemden çabucak vazgeçtim. Oltanın ucunda ilk kez bu denli bir güç hissediyordum. Oltanın ucundaki şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştığım esnada, balık kendini büyük bir hızla yüzeye vurarak inanılmaz atlayışlar yapmaya başlamıştı.  Gelen 2-3 kilo civarında bir lambukaydı. Kalbim ölesiye hızlı atıyordu, adrenalin tepeden tırnağa her yanımı sarmıştı. Sonra bir anda aklıma o soru geldi: "İyi güzel ama ben bu balığı nasıl çıkartacağım?" Bir yandan balığı zapt etmeye çalışıyor, bir yandan da balığı kıyıya çıkarabileceğim alternatifleri düşünüyordum. Lambuka benim daha fazla düşünmeme izin vermeden ağzındaki jigi atarak açık denize geri döndü. Onca günlük emeğin ardından bu balığın kaçmasına üzülmem gerekirdi belki de. Ama üzülmedim. Kendime ve yönteme olan güvenimi kazanmıştım, bu balık kaçsa da gerisinin geleceğine inancım tamdı.

Artık içimde bambaşka bir enerji, bambaşka bir umut vardı. Nitekim balık kaçar kaçmaz hiç ara vermeden daha büyük bir şevkle oltayı daha da açıklara sallamaya devam ettim. 15 dakika sonra ikinci vuruşu aldım. Bu seferkinin mücadelesi bir öncekine göre daha zayıf gibiydi. Ancak balık kıyıya yaklaştıkça çılgına döndü. Bu arada ben hafif spin takımlarla çalışmaktan kalan alışkanlıklarla balıklara son derece nazik davranıyordum. Bu hata bana ikinci balığı da kaçırttı. Devasa boyuttaki zargana marlin balığını andıran peşi sıra sıçrayışların ardından iğneden kurtularak yoluna devam etti. Bu kadar kısa bir sürede böylesine bir heyecanı uzun süredir yaşamamıştım. Ancak netice itibariyle yabancısı olduğum bu av klasmanında ikiye sıfır yenik durumdaydım. Güneşin batışına kadarki çabalarım skoru ne yazık ki değiştiremedi. Havanın kararmasının ardından, ertesi sabah maçın ikinci yarısında görüşmek üzere avlaktan ayrıldım.

Ertesi sabahki ava yine liman içinde levrek denemesiyle başladım. Ancak aklım dünkü karşılaşmanın rövanş mücadelesindeydi. Jigging bir kere kanıma girmişti ve kolay çıkacağa benzemiyordu. Hava biraz aydınlanır aydınlanmaz hemen levrekten vazgeçip açık denize bakan avlağın yolunu tuttum. Yaklaşık 20-25 dakika süren yürüme yolu bu sefer her zamankinden daha uzun geliyordu bana. Yolun sonuna geldiğimde henüz güneş tepelerin ardından yüzünü göstermemişti. İlk atışımı yaptım, jig dibi buldu, oltanın boşluğunu alıp ilk tasmayı yaptım ve balık üstündeydi. İkinci yarı beklediğimden hızlı başlamıştı. Aklımda önceki gün kaçan lambuka ve azman zargana vardı. İki balığın da su üstü yaparak kaçması nedeniyle bu seferkini dipten çok yükseltmek istemiyordum. Kararımın yanlışlığını balığın kıyıya birkaç metre kala var gücüyle fişekleyip taş altı yapmasıyla anladım. Elimde olta ne yapacağımı bilmez gerili misinaya bakıyordum. Bu şekilde beklemekle elime bir şey geçmeyeceğini anlayınca, deniz gözlüğünü alıp, sivri kayaların üzerinden çalkantılı denize atladım. Misinayı takip ederek girdiği taşı buldum ancak derinlik tahminimden fazlaydı. 10 metreye yakın derinliğe paletsiz inip oradan balığı çıkarmak mümkün görünmüyordu. Nitekim olmadı da zaten. Yaptığım tüm denemeler sonuçsuz kaldı. Nefesim değil balığın taşın altından çıkarmaya, balığı görmeye dahi yetmedi. En sonunda çekiştirmelerimden kayaya sürtünerek zedelenen öncü misina inceldiği yerden koptu. Bu sefer kaçan balığı ilk günkü soğukkanlılıkla karşılayamamıştım. Maç hezimete doğru gidiyordu. Ertesi gün İstanbul'a dönmeden önce son bir raunt kalmıştı: Akşam suyu...

Öğleden sonra Bodrum'da yaşayan arkadaşım Ali ile telefonlaşıp durumu anlattım. Akşam üzeri şansımızı beraber denemeye karar verdik. Mesele önceki iki avın rövanşını almak olunca bu sefer biraz daha erkenden yola koyulduk. Daha atışlara başlayalı çok geçmemişti ki, Ali ilk vuruşu aldı. Ben heyecan içinde oradan mı çıkarsan, buradan mı kepçelesek diye dört dönerken, Ali balığı kıyıya getirip çıkarmaya başladı. Çıkarmaya başladı diyorum çünkü bu bir anlık bir şey değildi. Balığı sudan çıkardıkça devamı geliyordu. En son balığın kuyruğunun da sudan kesilmesiyle ikimiz de derin bir nefes almıştık. Bu bir gün önce benim oltamdan kaçan azman zargananın boyutlarında bir zarganaydı Ali'nin yakaladığı. Üçüncü rauntta ilk gol bizden gelmişti. Balığı arkada bulunan dalga havuzlarından birine yatırdıktan sonra atışlara kaldığımız yerden devam ettik. Aradan uzunca bir süre geçmesine rağmen ne gelen vardı, ne giden. Artık yavaş yavaş av disiplininden kopmaya başlamıştım; aklımın bir köşesinde sabah ve evvelki akşam kaçan balıkların muhasebesini yapıyordum. Bir ara gözlerim kıyıya suyun yüzeyinden gelmekte olan jige daldı. Dalgınlığım balığın vuruşuyla birlikte aynı bir taşın cama vurduğu gibi bir anda darmadağın oldu. Bu balığı artık kaçırma lüksüm yoktu, hem de kıyıya bu kadar yakınken... Balıkla kana kan, dişe diş bir mücadeleye girdik ve balığı kısa mesafeden de faydalanarak mücadele etmesine fırsat vermeden denizden söktüm aldım. İlk lambukam ve aynı zamanda shore jig ile ilk avım tüm renkleriyle karşımda duruyordu. Balığın müthiş mücadelesi karşısında elim ayağıma dolanmıştı, nasıl sevineceğimi bile bilemedim bir süre. Lambukanın hayranlık uyandırıcı renklerini bir süre seyrettikten sonra ava geri döndüm.  Hava kararmadan önce aldığım bir turna da tatlının üzerindeki kaymak misali avı süsledi. Deniz bir hafta boyunca sabrımı sınamış, son iki gün ise oltama gelen balıklarla beni imtihan etmişti. Eh, 3-2'lik sonuçta ilk sefer için şerefli bir mağlubiyet sayılırdı. Ama hikayem daha bitmemişti. Yaz bitmeden önümde son bir av serüveni ve beni bekleyen sürprizler vardı..

30 Ağustos 2016
30 Ağustos 2016


23 Mart 2017 Perşembe

Her Şeyin Başladığı Yerde

Aradan 25 yıl geçmesine rağmen, o günü halen zihnimde çok berrak biçimde hatırlayabiliyorum.

Yazın yavaştan sonbahara dönmeye başladığı zamanlardı. Kalabalıktan uzak bir köşede gölün sessiz sakin bir kıyısına masamızı, sandalyemizi atmış, ailece piknik yapıyorduk. Babam, pek balık tutacağına inandığından değil de ne olur ne olmaz suda dursun diye getirdiği şamandıralı oltayı solucanla yemleyip sazlıkların dibine atmıştı. Şamandıra atıldığı yerde hareketsizce yüzerken biz de pikniğin yemek faslına geçmeye hazırlanıyorduk. Tam o esnada zamansız gelen bir bulut tepemizden aşağı tüm bereketini koyuvermişti. Yanan mangalı, kurulu masayı ve diğer tüm piknik eşyalarını bırakıp apar topar arabaya sığınmıştık. Beş on dakika kadar çok şiddetli yağan yağmur aynen başladığı gibi ani şekilde durmuştu. Arabadan çıktığımızda karşımızda uzanan manzara bir tablo gibiydi. Yağmurun ardında bıraktığı taze dinginlikte göl önümüzde kıpırtısızca seriliyordu.

Gözüm çarşaf gibi gölün üzerinde şamandırayı arıyordu. Bir süre sonra şamandıra tekrar belirdi ve yine kayboldu. O zamana kadar babamın peşinde birkaç defa balığa çıktığım için şamandıranın batıp çıkmasının balığın geldiğine işaret olduğunu biliyordum. Biliyordum bilmesine ancak ne yapmam gerektiği konusunda pek bir fikrim yoktu. O esnada sönen mangalın ateşini tekrar yakmakla uğraşan babama seslendim. Babam her tarafı kömüre batmış halde oltayla uğraşamayacağı için bana oltayı çekmemi söyledi. Kendi boyumun neredeyse iki katı olan kamışı güçlükle kaldırıp, babamın talimatları doğrultusunda makinayı sarmaya başladım. Müthiş bir duyguydu. Hayatımdaki ilk balığımı biraz zorlanarak da olsa kıyıya almıştım. Mangal ile mücadelesinden fırsat bulup anca yanıma gelebilen babam balığı şöyle bir inceleyip üzüntüyle "Kancayı çok yutmuş, salamayız." dedi. Yüzümdeki mutluluk yerini bir anda hüzne bırakmıştı. Ne balığı salmak istiyordum, ne de balığın ölmesini. O günkü çocuk aklımla tüm yakaladığım balıkları evdeki akvaryuma koyup sabahtan akşama kadar onları izlemeyi hayal ederdim.  Ancak kendi halindeki bu hayvancağızın ölümüne sebebiyet vermek hiç de hoşuma gitmemişti. Ne var ki o zamanlar farkında olmasam da, daha ilk balık tutma deneyimimde çok büyük bir ders almıştım.

O günkü balık bir Abant alasıydı. 25 yıl önce kanıma işleyen bu zehir(!) bir daha vücudumdan hiç çıkmadı. Ancak ne enteresandır ki, benim bu hobiye başlamama vesile olan balığı o günden bu yana bir daha hiç tutmadım. Deniz kıyısında yaşamanın sonucu balıkçılık benim için hep deniz balıkçılığından ibaret kalmıştı. Arada birkaç deneme yapmama rağmen tatlısu balıkçılığı bir türlü bende heyecan uyandırmamıştı. Ama yine de ilk göz ağrısının yeri başkaydı. Ne yazık ki yıllar boyunca bir türlü doğru zamanda Abant'ta bulunamamıştım. Son birkaç senedir aklımda Abant'a alabalığın verimli av verdiğini bildiğim Nisan-Mayıs aylarında gitmek vardı. Nihayet bu sene planlarımı eşime haftasonu kaçamağı kisvesi altında gerçekleştirdim.

Gitmeden önce büyük bir heyecanla hazırlıklara başladım. Ancak Abant alası hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum İnternetten de yeterli kaynağa ulaşamayınca biraz babadan kalma bilgiler, biraz da balıkçı sezgilerimle malzeme hazırlıklarını tamamladım.

22 Nisan'ı 23 Nisan'a bağlayan gece Abant'a vardığımızda bizi buz gibi bir hava karşılamıştı. İstanbul'a erken gelen bahardan bir anda tekrar kışa dönüş yapmıştık. Bu durum ertesi gün için biraz gözümü korkutsa da, beni planımdan vazgeçirmeye yetemezdi.

Sabahın ilk ışıklarıyla gözümü açtım. Neredeyse yanımda getirdiğim tüm giysileri üst üste geçirip dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda sabah ayazı tenimde değebildiği tüm noktaları yakıyordu. Arabaya binip daha önceden gözüme kestirdiğim otelin yakınındaki iskeleye gittim. Burada beni bir sürpriz bekliyordu. İskele baştan sona oltalar ile kaplanmıştı. Aslına bakarsanız bunun çok da sürpriz olduğu söylenemezdi. Gelmeden önce internette yaptığım araştırmalarda tek bir balıkçının çok sayıda oltayla avlanmasının göl balıkçılığındaki başlıca sorunlardan biri olduğunu biliyordum. Moralimi bozmadan iskeleye ilerledim. Orada avlanan arkadaşa selam verip, avlanmak için müsade istedim. Kendisi selamıma güleryüzle karşılık verip, avlanmam için oltalarından birini toplayıp yer açtı. Bazen bu gibi durumlarda sinirlenip doğrudan tartışmaya girmek yerine, güleryüzlü bir selam ile diyalog kurmak çok daha iyi sonuçlar verebiliyor. Sadece at çek avlanacağım için bana tek oltalık boşluk yeterli olacaktı. Balıkçı arkadaşla konuşmamızda kendisi gece yarısından beri orada olduğunu ancak topu topu 2 balık alabildiğini söyledi. Kısmet diyerek önce LRF takımımı suyla buluşturdum. Silikonla yaptığım denemelerden sonuç çıkmayınca bu sefer mepps'e döndüm. Meppste de bir hareket yoktu. Bu esnada arkadaşla konuşmamızdan özellikle kaşıkla iyi avlar yapıldığını öğrendim. Günün iyice aydınlanmasıyla turist grupları gelmeye, onlarla beraber avlağın da huzuru kaçmaya başlamıştı. Soğuğun yanına eklenen rüzgar da iyice şiddetlenince şansımı akşam suyunda denemek üzere avı sonlandırdım.

Gün içinde gölü turlayıp, bir yandan da keşif yaptım. Yürüyüşümüzün sonlarına doğru bir noktaya geldiğimizde bir anda zaman yolculuğuyla 25 sene öncesine gittim. O günü, o pikniği, o gelen balığı hatırladım. Tam 25 yıl önceki noktadaydım. Akşam avlanacağım yer belli olmuştu.

Akşam, tulum çizmemi de yanıma alıp av yapacağım noktaya doğru yola çıktım. Avlağa vardığımda suyun içinde 3-4 kişi kaşıkla at çek yapıyordu. Onların avlarını bozmadan en köşeye geçip at çeklere başladım. Üzerimde tulum çizmesi de olsa kelimenin gerçek anlamıyla buz gibi suyun içinde olmak garip bir duyguydu. Bu şekilde suda çok uzun süre kalmak mümkün değildi. Çok geçmeden yanımdaki balıkçılardan birisi küçücük bir abant alası aldı. Adam balığı oltadan çıkardıktan sonra salacak diye beklerken, üzerinde yirmiden fazla en büyüğü el kadar balığın dizili olduğu dizgiye taktı. Canım bir hayli sıkılmıştı. Yıllar önce bacak kadar çocukken tuttukları balıktan çok daha büyük olan bir balığı salamadığım için üzüldüğümü hatırlayıp koca koca adamların bu ufacık balıkları marifetmiş gibi alıkoymasına anlam veremiyordum. O balığın üstüne birkaç balık daha çıkarttılar ancak hiç oralı değildim. Onlar ufak ağır kaşıklarla bana göre çok daha ileri atabiliyorlardı. Ben ise elimdeki LRF takımıyla 5-6 gramlık meppsi en fazla 20-25 metre ileriye gönderebiliyordum. Yine de umudumu kesmeden sazlıkların diplerini yoklamaya devam ettim. Güneş artık tepelerin arkasına inmek üzereyken gelen vuruşla irkildim. Yıllar sonraki büyük kavuşmanın habercisiydi bu vuruş. Balığın oltanın ucundaki hareketliliği bana lüferi anımsatmıştı. Üstüne bir de bu mücadeleyi LRF ekipmanıyla yapınca aldığım zevk katlanmıştı. Balığı yarı belime kadar gelen sudan yavaşça sürükleyip karaya çıkarttığımda farklı duygular içindeydim. Seneler önce bana bu zevki aşılayan ama sonra yıllarca yolumuzun kesişmediği bu güzellik tekrar elimdeydi. Balığı oltadan çıkarmak için yeltenmişken balıkta bir anormallik olduğunu fark ettim. Bunu ilk anda iğnenin balığın ağzında yarattığı tahribat olduğunu sanmıştım ancak yakından bakınca balığın ağız yapısının -muhtemelen doğuştan- deforme olduğunu gördüm. Niyetim bu güzel balığın güzel bir fotoğrafını alıp salmaktı. Ancak her zaman olduğu gibi fotoğraf makinesi olarak kullandığım cep telefonum en ihtiyaç duyduğum anda beni yine yolda bırakmıştı. Balığın bu güzel renklerini fotoğraflayamadığım için çok moralim bozulmuştu. Belki bir yolunu bulurum diye balığı canlı kalması için küçük bir su birikintisine koydum. Ne yazık ki av sonunda balığın muhtemelen sudaki oksijen seviyesi yetmediği için öldüğünü gördüm. İçim cız etmedi değil ama seneler önceki lezzetini hatırladığım bu balığın numunelik de olsa bir kere tadına bakmayı istemiyor da değildim. İlk balığı aldıktan sonra kendime güvenim geldi. Ava daha fazla konsantre olmuştum. İlk vuruşun ardından 5-10 dakika sonra ikinci vuruşu almam ve balığın kurtulması bir oldu. Tamamen teorik bilgiyle, kimseden yardım almadığım bu avlakta ilk seferde bu da bir başarıydı. Güneş tepelerin arkasına inince yarısı buzu yeni çözülmüş sudaki bedenimi iyice zorlamamak adına avı sonlandırdım.



Ertesi sabah daha da büyük bir umutla uyanmıştım. Ancak elimdeki tek meppsi sazların dibinde bırakınca, üstüne bir de soğuk önceki günden daha da sert olunca erken pes etmek zorunda kaldım. Aradan geçen yirmi küsür senenin ardından hikayenin başladığı yerden, daha nice hikayelere yelken açmak üzere mutlu bir şekilde ayrılıyordum.

18 Ağustos 2016 Perşembe

İki Lambuka

Yaklaşık 1.5 ay boyunca hatrı sayılır bir balık tutamadan geçen şanssız avlarımın ardından 27 mayıs sabahı yakaladığım 2 güzel kum gridasıyla moral bulmuştum. Bu av belki de benim için bir dönüm noktasıydı. Geçtiğimiz sene Antalya'da onca güzel av yaptığım nisan-mayıs dönemini verimsiz geçirdikten sonra belki de şansım açılacak ve yaz sezonunda hayal ettiğim trofelere kavuşacaktım. Tek yapmam gereken hayallerimden vaz geçmemek, sabırla denemeye devam etmek ve o an geldiğinde gerek takım, gerek teknik, gerekse mental olarak hazır bulunmaktı.

İşim gereği mayıs ayının son haftasonunu açık denizde geçirdim. Açık denizden kastım kıyıdan en az 100 mil mesafeyi yani Akdeniz'in tam ortalarını düşünün. Telefonun çekmediği, dört bir yanınızda denizden başka bir şey göremediğiniz bir ortamda 46 saat geçirmek kulağa romantik gelebilir ama sakin bir havada gezi teknesinde değil de fırtına şiddetinde esen rüzgar ve 4 metrelik dalgara rağmen seyir yapmak zorunda olduğunuzda durum hiç de hoş olmuyor. Hayatımda ilk defa bu seyirde 26 saat boyunca iki bardak su dışında hiç bir şey yeyip içmeden azıcık uykuyla vardiya tuttum. Nihayet görevimizi başarıyla tamamlayıp sabaha karşı 3 gibi limana bağladığımızda karayı öpmek ve bir an önce evimdeki yatağıma kavuşup uyumak istiyordum. Gemideki işlerimi halledip eve varmam saat 08:00'ı bulsa da eve varır varmaz perdeleri kapatıp yatağımda derin bir uykuya daldım.

Uykunun en ağır yerinde telefonun sesine uyandım. Arayan iş arkadaşlarımdan İsmail idi. O kadar yorgun ve uykuluydum ki işle alakalı acil bir durum ihtimalini düşünmesem telefona asla cevap vermezdim. Uyku sersemi bir halde telefonu açıp "Alo" dedim. Telefonun diğer ucundaki İsmail limanın içinde gezen yeşil renkli 3 dev balıktan bahsediyordu. Söylediğine göre balıklar liman rıhtımı boyunca gidip geliyor ve aynı hattın dışına çıkmıyormuş. Beni aramasının sebebi de o balıkları nasıl tutacağını sormakmış. Nicedir hayalini kurduğum dev lambukaları duyunca uykum açılıverdi. Çatallaşmış sesimle "Hemen geliyorum sakın balıkları ürkütmeyin" deyip telefonu kapattım. Alelacele giyinip evden çıkmak için yataktan kalktığımda ayakta durmakta dahi zorlansam da telefonu kapattıktan sonra limana varmam en fazla 10 dk sürdü.

Arabamdan inip koşar adımlarla denize bakan İsmail'in yanına yürüdüğümde her biri 1 m civarı olan 3 lambukayı gördüm. Balıklar sakin bir şekilde liman rıhtımına parelel yüzüyor, arada biraz açılıp sonra tekrar duvar dibine yaklaşıyordu. Balıkları görünce heyecanım daha da katlanmıştı. Bir an önce oltamı atıp o güzel balıklardan birini yakalamak istiyordum ama acaba hangi yemi kullanmalıydım. Lambukaların su yüzeyinde su sıçratan, çok sesli yemleri sevdiğini bildiğim için tercihimi popper yemlerden yana kullanıp lambukaların en sevdiği renkler olan yeşil, turuncu tonlarda 135 mm'lik bir popper seçtim. İşimi garantiye almak için, seçtiğim yemi makinesinde 0.30 mm örgü ip ve 1 kulaç uzunluğunda 0.60 mm öncü misinası sarılı olan ağır at-çek takımımın ucuna bağlayıp heyecanlı bir şekilde balıkların olduğu yere gittim.

İlk atışımı sürünün ilerlediği istikametin 5 m önüne yapıp sert aksiyonlarla maksimum su ve ses çıkartmaya çalışarak çekmeye başladım. Yem balıkların 2-3 m önünden geçtiği halde yemle ilgilenen olmadı. İkinci atışımda yemi balıkların daha yakınından geçirmeye çalıştım. Bu defa lambukalardan biri yeme yönelip kalp atışlarımın hızlanmasına sebep olsa da vurmadan geri döndü. Sonraki atışta yemi balıkların önünden daha hızlı ve kısa aksiyonlarla geçirince balıklardan biri yine yemin peşine takıldı. Yem rıhtım duvarının dibine gelene kadar neredeyse burnu yeme değecek şekilde takip eden balık yine ısırmamıştı. Yemi sudan kestikten sonra vakit kaybetmeden 5 m ileri atıp hızlı ve kısa aksiyonlarla aynı balığın önünden geçirince bu sefer daha seri hareketlerle takip edip duvar dibinde saldırdı. O an yaşadığım mutluluğu tarif etmek çok güç. Yıllardır hayalini kurduğum o muhteşem balık nihayet oltamın ucundaydı. Balık açığa doğru fişekleyip çılgınlar gibi kalama alırken tek düşündüğüm şey balığı kaçırmadan dışarı çıkararak zafere ulaşmaktı. Takımımın sağlamlığına çok güveniyordum ama balık iğneden kurtulacak diye ödüm kopuyordu. 25 m kadar kalama boşaltan balık art arda 2 kere suyun dışına fırlayıp vücudunu silkeleyerek oltadan kurtulmaya çalıştıysa da başaramadı. 2 dk gibi kısa bir sürede yorulan balığı kıyıya getirip İsmail'in yardımıyla kakıçlamayı başardık. Karada çılgınlar gibi debelenen balık ağzındaki yemin boşta kalan iğnesini yeni aldığım spor ayakkabıma takıp yırtsa hiç önemsemedim. O an hayallerimin balığıyla birbirinden güzel fotoğraflar çekmekten başka hiç bir şey düşünemiyordum.


Liman mendireğinin kayalık kısmında hayallerimin lambukasıyla içime sinen birkaç fotoğraf çektirdikten sonra liman içine geri döndüğümde 2 lambuka hala aynı bölgede dolanmaya devam ediyordu. Geriye kalan 2 lambukadan biri benim yakaladığımla aynı boy diğeri ise biraz daha büyük ve alnı daha düzdü. Tahminime göre büyük olan balık erkek ve sürünün lideriydi. Oltamın ucunda takılı olan popper yemle bir balık daha kandırabilmek umuduyla tekrar atıp çekmeye başladım. Balıklar yine ya yemle hiç ilgilenmiyor ya da yemi takip edip geri dönüyordu. 20 dakika kadar balıklarla beraber liman rıhtımı boyunca volta atıp yem değiştirerek denedikten sonra nihayet ilk balığı aldığım yemle sürü liderinin ilgisini çekip vurmasını sağladım. Bu seferki balık ilkinden çok daha kuvvetli basıyordu. Makinemden muazzam bir hızla ip boşalırken ilk balığın aksine sakin bir şekilde mücadelenin keyfini çıkarıyordum. Yaklaşık 50 m ip boşaltan balık yorulma emareleri göstermeye başlayınca mücadele sırası bana geçti. Kah kontrollü bir şekilde çekip kah fişekleyen balığın kalama almasına müsaade ederek balığı önüme kadar getirmeyi başardım. Suyun içinde mücadele verirken yaldızlı yeşil rengiyle hepimize göz ziyafeti yaşatan balığı kakıçlama işini kendim yapmak için kamışı İsmail'e verip birkaç başarısız denemeden sonra günün ikinci lambukasını da kakıçlayıp dışarı aldım.





İkinci balığın yerde debelenip renklerinin bozulmasına izin vermeden, çabucak en güzel renkleriyle fotoğraflama işine koyuldum. Sonuç olarak ortaya albümümün en güzel fotoğrafları arasında yer alacak birbirinden güzel kareler çıktı. Şükürler olsun ki bir hayalim daha gerçek olmuş, başka oltacılardan son zamanlarda kıyılarda dolaştığını duyduğum dev lambukalardan 2 tanesi bana nasip olmuştu. Daha hayallerimi süsleyen, rüyalarıma giren nice balıklar var. Allah izin verirse hedefime ulaşana kadar hayallerimin peşlerinden koşmaya devam edeceğim. Şimdilik hayal etmesi bile güzel...



4 Ağustos 2016 Perşembe

Kıymetli İki Misafir

Hiç bu kadar şanssız bir dönem geçirdiğimi hatırlamıyorum. Nazar mı yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama nisan ortasından sonra şanssızlıklar bir türlü yakamı bırakmadı. Önce konuşurken dudağımı ısırdım. Dudağımın iç kısmında öyle büyük bir yara oluştu ki 1 hafta boyunca ne yediğimden ne de içtiğimden bir şey anladım. Tam dudağımdaki yara iyileşti derken sağ kalçamdan aşağı inen bir ağrı peydah oldu. Oturup kalkarken, yatarken, yürürken kısacası her hareketimde acı veren bu ağrıyı ilk başlarda kas ağrısı sanıp fazla önemsemediysem de 1 ay geçmesine rağmen ağrı azalmayınca ciddi bir şey olduğunu anlayıp MR çektirmeye karar verdim. MR sonucunda öğrendim ki belimde, L5-S1 omurları arasında disk kayması, bilindik adıyla fıtık, oluşmuştu. Fıtığım olduğunu öğrendikten sonra bir de sol kulağımda 4-5 gün boyunca ağrı yapıp kulağımın davul gibi şişmesiyle sonuçlanan dış kulak iltihabı sorunu yaşadım. Sağlık problemleriyle uğraştığım bu süre zarfında balık avlarıma ara vermeden devam ettiğim halde 1 aydan uzun bir süre boyunca LRF takımlarıyla kandırdığım birkaç tral ve melanur dışında hatrı sayılır bir balık yakalayamadım. Üzerimdeki şanssızlığı atabilmeyi umarak neredeyse her sabah ve akşam suyunda sabırla denemeye devam ettim.

Bir önceki seneye göre çok verimsiz geçen mayıs ayının son günlerinde, 27 mayıs sabahı şansımı liman içinde denemeye karar verdim. Hedefim hafif spin takımım ve 10 cm/10 g'lık kurşun kafalı silikon balıkla deneyerek sinarit, sarı kuyruk, granyoz, lahoz ya da başka sürpriz balıklar kandırmaya çalışmaktı. Gün ağarırken vardığım merada, 251 cm, 7-23 g atarlı kamış, 25 kalibre makine, 0.125 mm örgü ip ve 1 kulaç uzunluğunda 0.25 mm monoflament öncü misinasından oluşan hafif siklet spin takımımın ucuna favori silikonumun glow ( fosforlu sarı ) rengini takıp atıp çekmeye başladım. Meranın ortalama derinliği 8-10 m olduğu için yaklaşık 40 m mesafeye düşürdüğüm yemi diplettikten sonra orta hızda aksiyonsuz çekiyor, arada yatay ve dikey doğrultuda zıplatma aksiyonları yaptırıyor ve yaklaşık her 10 m çekişten sonra dipten yükselen yemi tekrar dipletiyordum. Bu şekilde yer değiştirerek 45 dk kadar denediğim halde vuruş alamadım.

Umudum azalmış, bir avdan daha boş döneceğimi düşünmeye başlamıştım. Avı sonlandırmadan önce yemimi biraz da rıhtım duvarının dibinde gezdirmeye karar verip rıhtım duvarının 2-3 m açığına paralel bir atış gerçekleştirdim. Dipten kah aksiyonsuz, kah yukarı aşağı zıplatma aksiyonlarıyla çektiğim ilk atışta vuran olmadı. Aynı yöne doğru gerçekleştirdiğim ikinci atışta yemi 5 m kadar solumda rıhtım duvarının dibinde zıplatırken uzun süredir beklediğim o kuvvetli vuruş geldi. Hedefimde lahoz olduğu için kalamam neredeyse tamamen sıkılmış halde yukarı doğru asılarak balığı dipten yükseltmeye çalıştım. Balığın kuvveti karşısında kamışım iki büklüm eğildiği halde takımım kopmadan dayanmayı başarmış ve balığın mağaraya girmesine müsaade etmemiştim. Gücü kırılan balığın aşağı basması zayıflayınca dikkatli bir şekilde dipten yükseltip yüzeye çıkarmayı başardım. Tahmin ettiğim gibi oltanın ucundaki balık 40 cm üzeri çok yakışıklı bir kum gridasıydı ( ak lahoz ). Balığı kepçeleyip hızlı bir şekilde nicedir hasret kaldığım fotoğraf çekme işine koyuldum. Birbirinden güzel fotoğraflar çektikten sonra 45 cm'lik yasal limitin sınırında olan balığı incitmeden ait olduğu yere iade ettim.


Duvar dibine doğru gerçekleştirdiğim ikinci atışımda hatrı sayılır bir grida alınca bütün sıkıntım uçuverdi. Daha da şevklenmiş şekilde duvara paralel atşlar yapmaya devam ettim. Vuruş alamadan 4-5 atış gerçekleştirdikten sonra rıhtım boyunca yürüyerek yemime dikey aksiyon yaptırmaya karar verdim. İlk balığı saldıktan yaklaşık 15 dakika sonra duvar dininde düzensiz hareketlerle zıplattığım yemime sağlam bir vuruş daha geldi. Balığın tam altında vurması mağaraya girmesine müsaade etmeden dipten yükletmek için avantajdı ama bu balık ilkinden daha kuvvetli basıyordu. Takımım ince olduğu için aşırı güç uygulamaktan korkarak bütün gücüyle basan balığı dipten yükseltmeye çalıştıysam da ne o aşağı yüzebildi ne de ben yukarı çekebildim. Kısa bir süre sonra balığın gücü tükenince kamışımı kısa kısa vurdurarak balığı dipten yükseltmeye başladım. Nihayet yüzeye çıkardığım ilkinden daha büyük olan ikinci kum gridasını da kepçeleyip dışarı dışarı almayı başardım.



Şükürler olsun ki uzun süredir devam eden şanssızlığımı yenmiş, Akdeniz'in en kıymetli balıklarından olan 2 güzel kum gridası kandırmayı başarmıştım. 46 cm'lik ikinci balık yasal limitin üzerinde olduğu halde onu da kısa bir fotoğraf faslından sonra denize iade ettim. Bir kez daha avdan ellerim boş dönüyordum ama bu sefer mutluydum. Gridalar özgürce mağaraların etrafında gezinmeye devam etsin, bana fotoğraf makinemle ölümsüzleştirdiğim kareler yeter...

22 Temmuz 2016 Cuma

İzmit Turnaları

Nisan başında, İzmit'te 4 gün boyunca arkadaşlarımla beraber gerçekleştirdiğim tatlı su levreği ve turna avları bu balıklara olan hasretimi büyük ölçüde dindirmişti. Artık en az 1 sene bu balıkların peşine düşemesem de aldığım keyifle idare ederim diye düşünüyordum. Zaten en yakın tatlı su levreği ve turna merasına yüzlerce kilometre mesafedeki Antalya'dan bir daha ne zaman fırsat bulup da oralara gidebilecektim kim bilir. Büyük konuşmamak gerekiyormuş demek ki. Hollanda'da yaşayan Ali Dayımların bu seneki Türkiye tatilini sürpriz bir kararla erkene almaları işleri değiştirdi. Senede 1 sefer görebildiğim dayım, yengem ve hepsi birbirinden tatlı küçük kızlar olan 3 kuzenimi görmemek olmazdı. Uzun lafın kısası 22 nisan cuma akşamı mesaiden sonra çıkıp, pazartesi sabah tekrar mesaide olacak şekilde kısa bir Değirmendere ziyareti yapmak farz oldu. Bu vesileyle kısa bir aradan sonra annemi tekrar görüp belki küçük av kaçamakları da yapabilecek olmak benim gibi otobüs yolculuklarından büyük keyif alan biri için bulunmaz bir nimetti.

İlk av kaçamağımızı cumartesi sabahı Ahmet Çoban abimle birlikte gerçekleştirdik. Gün ağarırken deniz bisikletine atlayıp 10 dakikalık bir pedal çevirmeden sonra sazlık alanın önüne vardık. Suların ısınmasıyla birlikte doğa iyiden iyiye canlanmış kıyıları kızılkanat, tatlı su sardalyası ve güneş levreği sürüleri basmıştı. Bu seferki avımızda kurbağaların senfonisi de daha yüksek sesli ve kesintisiz bir hal almıştı. Her zamanki gibi öncelikle at-çek yaparak sazların önündeki sahanlığı yokladık. Burada vuruş alamayınca biraz da şansımızı sazlıkların arasındaki dar su koridorlarında denemeye karar verdik. Balıkları ürkütmemek için çok ağır ve sessiz hareket etmeye çalışarak ilk koridorun başlangıcında durup kordidor boyunca atıp çekmeye başladık. 9.5 cm'lik karpuz diye tabir ettiğimiz yeşil/çizgili renkli bir maket balıkla koridorun duvarlarını oluşturan sazların yarım metre önünden gerçekleştirdiğim ikinci çekişte sağlam bir vuruş geldi. Çok zorlanmadan yüzeye çıkardığım balık 60-65 cm arası orta boy bir turnaydı. Nazikçe kepçeleyip dışarı aldığımız balık koyu yeşil desenleriyle bize birbirinden güzel birkaç fotoğraf karesi hediye edip ait olduğu yere geri döndü. Kısa tutmayı planladığımız sabah avında ilk balıktan sonra yarım saat kadar daha deneyip başka vuruş alamadan avı sonlandırdık.



2 saatlik sabah suyu avından sonra günün geri kalanını Değirmendere'de ailemle birlikte geçirdim. Akşam üzeri bulduğum küçük bir boşluktaysa günün tek yakışıklı turnasıyla çektiğim fotoğrafları düzenleyip içime sinen en güzel 2 fotoğraf karesini facebook'ta paylaştım. Fotoğrafları düzenlerken dikkatimi çeken bir detay beni rahatsız etmişti. Balığın jilet keskinliğindeki dişlerinden korunmak için kullandığım balık tutucunun ( lip grip ) balığın alt çenesini delmesi hiç hoş bir görüntü oluşturmuyordu. Ölümcül olmadığını bilsem de bu küçük yaranın balığın geri kalan hayatını nasıl etkileyeceğini düşünmeden edemiyordum. İlk fırsatta bu konuyu araştırmayı düşünürken cevap kendiliğinden geldi. Paylaştığım fotoğrafları gören Avrupalı arkadaşlarımın, yakala&bırak avlarında balık tutucu kullanımının Avrupa'da kesinlikle kabul görmediğini, balığın alt çenesinde oluşan deliğin avlanma esnasında patlak bir hortum gibi balığın vakum gücünü zayıflatarak avlanmasına engel olabileceğini, balık tutucu ile çenesinden tutulan balığın çırpındığı zaman çenesinin parçalanarak daha büyük yaralar oluşabileceğini söyleyerek beni eleştiri yağmuruna tutması üzerine yaptığım yanlışın farkına vardım. Tatlı su balıkçılığı konusunda bizden fersah fersah ileride olan Avrupalı arkadaşlarımın yapıcı eleştirilerini dikkate almalı, artık doğrusu neyse o şekilde yapmalıydım. Kısa bir araştırmadan sonra turna ve sudak balığı için dünya genelinde en fazla kabul gören tutuş şeklinin, solungaç kapağı ile solungaç yarıkları arasındaki boşluktan tutmak olduğunu ( Gill Plate Grip ) ve çok iri balıklarda balığın bütün ağırlığını çeneye yüklememek adına mutlaka diğer elle karnının altından da desteklemek gerektiğini öğrendim.

Ertesi gün öğleden sonraya kadar da ailemle birlikte zaman geçirip saat 15:00 gibi İstanbul anadolu yakasından gelen Selçuk Ataç abimle İzmit'teki meramızda buluştuk. Niyetimiz yine deniz bisikletleriyle gölün sonundaki sazlık alanın çevresinde avlanmaktı. Makinelerimizde sarılı olan iplerin ucuna lider bağlamadan 20 cm'lik çelik kösteklerimizi bağlayıp hazır hale getirdikten sonra sazlıklara doğru pedal çevirmeye başladık. Selçuk abinin daha önce hiç turna avı tecrübesi olmamıştı. Bu yüzden yol boyunca turna balığının genel karakteri ve avcılığı üzerine konuştuk. Nihayet sazlık alana varınca ikimizde 10 gramlık jighead ile kombine ettiğimiz 10 cm'lik karpuz renkli silikonlarla atıp çekmeye koyulduk. Meranın derinliği ortalama 1-2 m ve dip tabiatı tamamen otluk olduğu için yemlerimiz suya düşer düşmez kah orta hızda düz sarımla kah  kamışın ucuyla yukarı aşağı zıplatma aksiyonları yaptırarak çekmeye başlıyorduk. Avın henüz başında sazların önündeki sahanlıkta ilk vuruş Selçuk abiye geldi. Sakince kepçeleyip dışarı aldığımız balık 45 cm'lik genç bir turnaydı. Selçuk abinin hayatının ilk turnasını birkaç fotoğraf karesiyle ölümsüzleştirip ait olduğu yere iade ettikten sonra ava kaldığımız yerden devam ettik.


Ava başladığımızda hafif şiddette esen rüzgar şiddetini arttırınca deniz bisikletiyle sabit duramaz hale geldik. Bir süre rüzgar bizi sürükledikçe pedal çevirip eski yerimize geri dönmeye çalıştıysak da akıntı bizi çok kısa sürede tekrar sazların üzerine yapıştırıyordu. En sonunda akıntının bizi sürükleyip yasladığı yerden at-çeke devam etmeye karar verdik. Durduğumuz yer sazların ortasındaki koca bir havuzun en dip köşesiydi. Buradan çeşitli sektörlere atışlar yaparak yemi ağaç ve sazlıkların dibine düşürebiliyorduk. İyi bir yerde durmuş olduğumuza inanarak atıp çekmeye devam ederken Selçuk abi bir vuruş daha aldı. Bu defaki yaklaşık 55 cm'lik, kapkalın, hatrı sayılır bir balıktı. Kısa bir süre kepçenin içinde sakinleşmesini beklediğimiz balığı nazikçe solungaç kapağı ve solungaç yarıkları arasındaki geniş boşluktan tutup çabucak fotoğrafladıktan sonra video kaydı eşliğinde suya iade ettik. Avımız güzel başlamıştı. Uzun yoldan gelip ilk turna avı tecrübesini yaşayan Selçuk abinin 2 güzel turna yakalaması bizim için ayrı bir mutluluk olmuştu. 2. balığı salmamızın üzerinden 10 dk ancak geçmişti ki Selçuk abinin oltasına bir balık daha yapıştı. Mücadelesine bakılırsa bu seferki diğerlerinden daha büyük bir balık olmalıydı. Keyifli bir mücadelenin sonunda kepçelediğimiz balık en az 70 cm'lik çok yakışıklı bir turnaydı. Bu balığı da doğru tutuş tekniğiyle zarar vermeden fotoğraflayıp yaşam alanına iade ettikten sonra ava kaldığımız yerden devam ettik.




İkimiz de aynı yemle aynı yere atıyor ve aynı teknikle çekiyorduk ama ne hikmetse Selçuk abi 3 turna kandırdığı halde benim yemime vuran olmamıştı. 1 ay önceki LRF takımlarıyla levrek avımızın aksine bu sefer şans Selçuk abiden yanaydı. Aramızda espiriyle karışık bu tesadüfün muhabbetini yaparken Selçuk abi 70 cm civarı iri bir turna daha kandırmayı başardı. Seçuk abinin oltasına vuran 4. balığı da fotoğraflayıp saldıktan sonra daha hırslı şekilde atıp çekmeye devam ettim. Hava kararmadan güzel bir turna yakalayıp fotoğraflamayı çok istiyordum. Güneşin batmasına yaklaşık 1 saat kalmış, ümitlerim tükenmeye başlamıştı. Artık attığım yöne dikkat etmeden rast gele atıp çekiyordum ki avın başından beri beklediğim o büyülü vuruşla yemim olduğu yerde mıhlanıverdi. Balığın ağırlığına ve gücüne bakılırsa nihayet hayal ettiğim balığı kandırmayı başarmıştım. 2 dakika kadar mücadele edip makinemden bir miktar ip boşaltan balık tamamen yorulunca sakin bir şekilde deniz bisikletinin yanına getirip kepçeledik. Moralim düzelmiş, zayıf ama 70 cm üzeri çok yakışıklı bir balıkla muradıma ermiştim. Çabucak fotoğraflayıp sağlıklı bir şekilde ait olduğu yere iade ettiğimiz bu balıktan sonra ava biraz devam ettik.




Kapanış 60 cm üzeri hatrı sayılır bir turnayla yine Selçuk abiden geldi. Böylece ilk defa tecrübe ettiği turna avında bana fark atarak 1 ay önceki LRF levrek avımızın da rövanşını almış oldu. Şaka bir yana, şehrin gürültüsünden uzak, doğayla baş başa çok keyifli bir 3 saat geçirip, fotoğraf makinemizin hafıza kartını birbirinden güzel fotoğraflarla doldurduğumuz unutulmaz bir av oldu. Selçuk abiyle bir dahaki av maceramız ne zaman ve nerede olur bilmiyorum ama bazı hain planlarımız olduğu kesin. Şimdi söylersek büyüsü bozulur, bekleyip görelim...

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Gece Haramileri

Benim için gece avlarının yeri ayrıdır. Gece sessizliktir, huzurdur, kendinle ve doğayla baş başa kalmaktır. Karanlık çöküp insanlar birer birer uykuya daldığında yer yüzünde farklı bir hareketlilik başlar. Gündüz vakti göremediğimiz birçok yabani hayvan gece çöktükten sonra ortaya çıkıp şehri insanlardan devralır. Balıklar da bir bakıma yabani hayvanlardır. Gündüz vakti derinlerde, mağaralarında gizlenen bir çok balık türü gece gizlendikleri yerden çıkıp beslenmek için sıfır kıyıya iner. İşte bu zamanlar, bir çok balık türü için en bereketli av zamanlarıdır. Evlenip çocuk sahibi olduktan sonra gece avlarını büyük ölçüde azaltsam da arada bazı geceler kendimi deniz kenarına atmaktan alıkoyamıyorum. 14 Nisan gecesi de hanım ve çocuk uyuduktan sonra gecenin dinginliğinde, bütün düşüncelerden uzaklaşıp balık kovalamak için soluğu liman içinde aldım.

Meraya varır varmaz ilk iş olarak liman aydınlatmalarının denize vurduğu bölgeyi kontrol edip ışığın altında toplanan yavru balık sürüsünün etrafındaki baraküdaları görünce kararımı verdim. B planım olan LRF takımları ve silikon kurt/jighead kombinasyonlarıyla denemek yerine tamamen baraküdalara odaklanacaktım. Işıklı bölgenin içinde yem topu şeklinde dönen yavru balık sürüsü sürekli olarak harami baraküdaların saldırısına uğruyordu. Sürünün etrafında dolanıp sinsice yaklaştıktan sonra müthiş bir süratle sürünün içine dalan baraküdalar her saldırıda birkaç yavruyu mideye indiriyordu. Gören her oltacının iştahını kabartacak cinsten bir beslenme çılgınlığı yaşansa da bu gibi yemin bol olduğu zamanlarda baraküdaları kandırmanın ne kadar zor olduğunu biliyordum. Daha önceki, gece ışık altı baraküda avlarımda edindiğim tecrübelere göre yine çok sayıda sonuçsuz takip olacaktı. Ama tecrübelerimden şunu da biliyordum ki; doğru yem seçimi ve doğru aksiyonla sabırla denediğim taktirde onlarca sonuçsuz takipten sonra mutlaka vuruş gelecekti.

Ortalama 8 m derinlikteki bu merada daha önceki gece baraküda avlarımda en çok verim aldığım yem 10 cm/10 g'lık bir kurşun kafalı silikon balığın simli beyaz rengi olmuştu. Hızlı battığı için istediğim derinlikten, istediğim hızda çekebildiğim bu yem, birçok yırtıcı balığın avında çok verimli olsa da baraküda gibi dişli balıklar için bazı olumsuz yönleri var. Sırtındaki tek iğnesi yemin bağlantı yerine çok yakın olduğu için kuyruktan gelen vuruşların çoğu boşa giderken, iğneyi yutacak şekilde kafadan ısıran baraküdalarsa misinayı dişleyip kesebiliyor. Ben bu olumsuzluğun çözümünü yemin karnının altında, kuyruğa yakın yere ufak bir üçlü iğne ilave etmekte buldum. Üçlü asist iğneyi bağladığım 0.30 mm'lik örgü ipi, ince bir şiş yardımıyla yemin karnının altından sokup üst tarafta, kafasına yakın bir yerden çıkardıktan sonra bağlantı yerine bağladığım için yemin aksiyonunda ve görüntüsünde her hangi bir bozulma olmuyor. Daha önceden hazırlayıp takım çantamda beklettiğim asist iğneli silikonları baraküdada test etmek için can atıyordum. Sonucu görmek için sabırsız bir şekilde besmele çekip orta siklet spin takımımın ucuna monte ettiğim yemle atıp çekmeye başladım.


Tahmin ettiğim gibi daha ilk atışımda dipten aksiyonsuz, hızlı sarımla çektiğim yemin peşinden koca bir baraküda son ana kadar takip ettiği halde saldırmadan geri döndü. Bu güzel bir işaretti. Biliyordum ki ne kadar fazla takip olursa balıkların yeme saldırma sıklığı da o kadar fazla olacaktı. Ara vermeden farklı sektörlere doğru atıp çekmeye devam ettim. Birkaç takip ve boşa giden atışlardan sonra nihayet derinden gelen yemim kıyıya 10 m mesafede mıhlanıp kaldı. Gelen yaklaşık 65 cm'lik hatrı sayılır bir baraküdaydı. Balığı sakince kepçeleyip dışarı aldığımda asist iğneye yakalandığını görünce daha bir mutlu oldum. Asist iğne olmasaydı belki de vuruş boşa gitmiş olacaktı. Uyguladığım değişikliğin işe yaradığını görmenin mutluluğuyla ava devam ettim. Yine onlarca takip ve boş çekişten sonra tam önümde bir vuruş daha geldi. Bu seferki balığın yemin arkasından fişek gibi gelip saldırışını gözümle de görmüştüm. 2. balığı kepçeleyip dışarı aldıktan sonra bir süre fazla takip olmadı. Işıklı alanın etrafında dolanan yavru balık sürüsü dağılmış, baraküdalar satıhta tek tek dolanan yavruları hedef almaya başlamıştı. Dipten çektiğim yemlere gelen takipler azalınca taktik değiştirip yemi yüzeyi çizecek şekilde paniklemiş balık aksiyonuyla çekmeye başladım. Çok şükür ki uzun uğraşlardan sonra bu aksiyon şekliyle de peş peşe 2 balık kandırmayı başardım.



Gece yarısından sabaha kadar süren avım oldukça keyifli geçmiş, nicedir hasret kaldığım baraküdalara kavuşmuştum. Günün ilk ışıklarıyla liman mendireğinin kumsalla birleştiği sığ kısımda su üstü sahteleriyle kofanaya da denediğim halde vuruş alamayınca gündüz gözüyle gece yakaladığım balıkları fotoğraflama işine koyuldum. Sonra, kim bilir kaç yüzüncü sefer deniz kenarında karşıladığım güneşin doğuşunu ve gökyüzündeki renk cümbüşünü seyre dalmışım. Bize bu nimetleri görmeyi nasip eden yaradana binlerce kere şükürler olsun...