13 Ağustos 2014 Çarşamba

Muhteşem Üçlü

Balıklar vahşi hayvanlardır. Aynı bir domuz, bir kurt gibi insana görünmeyi sevmezler. Gün içinde kalabalıktan uzakta, derinlerde, kovuklarda, mağaralarda, erişte tarlalarının içlerinde saklanırlar. Ne zaman ki denizden el ayak çekilir, insan sesleri, motor gürültüleri susar, o zaman aynen dağda aç kalan kurtlar gibi insanların gün boyunca dibi karıştırdığı, artıklarını bıraktığı ve bu artıklar ile beslenen çokça ufak balığın bulunduğu kıyılara yanaşırlar. Bu nedenle özellikle yaz mevsiminde yırtıcı balıkları avlamak için en uygun zaman insanların varlığının en az olduğu gecenin sabaha yakın saatleridir.

Aylardan Ağustos olsa bile Ege'nin esintisi sabaha karşı insanın içine işliyor. İskelenin kenarına oturup ayaklarımı denize sarkıtıyorum, el oltamı çıkarıyorum. Balıkçılığın en yalın ve en sevdiğim hali bu... 6 yaşındaki çocuk da olsanız, kelli felli adam da olsanız avlanma şekliniz aynı... Ama av yönteminin basit olması, avın basit olduğu anlamına gelmiyor. Aksine yöntem ve takım ne kadar basitse, av potansiyeliniz o kadar yüksek oluyor.

Yanımdaki donmuş mamundan birkaç tanesini denize atıp önce avlağı yemliyorum. Sonra irice boylardan birini seçip düzgünce iğneye yerleştiriyorum. Yemi denize göndermeden önce son aşamada mamunun serbest sallanan kafa kısmını kopartıyorum. Mamun bayat veya donup çözülmüş olduğunda balıklar gevşeyen kafa kısmından ısırıp tüm yemi kolayca iğneden sökebiliyorlar. Buna engel olmak adına bu kısmı koparmak vuruşların yakalanmaya dönme oranını oldukça yükseltiyor.

Misina parmaklarımın ucundan yavaşça hareket ediyor. 6 yaşımdan bu yana misina tutan parmağımın bildiği bir şey varsa bu büyük bir balık. Büyük balık ya oltaya bir anda asılır, ya da onu alıp dolaştırmaya başlar. Küçük balık gibi tıkırdamaz, ısrarcı bir şekilde oltanın ucundaki yemle uzun süre oynamaz. Parmaklarımı hafifçe gevşetiyorum. Balığın kendine güveni iyice artıyor ve hızlanıyor. İşte şimdi tasmalama zamanı. Oltayı ne çok sert, ne de çok hafif, balığın damağına geçmesine yetecek güçte çalınıyorum. Ağırlığı hissetmemle balığın fişeklemesi bir oluyor. Özlediğim bir balık bu. Bir melanur. Suyun derinliği 3 metre var veya yok. Mücadele sahası kısıtlı. Balığın çok gezmesine fırsat vermeden karaya alıyorum. Yarım kiloya yakın kallavi bir melanur. Öylesine tepiniyor ki zaptetmek mümkün değil. Keşke bu balıklar kuzenleri olan sinarit, trança gibi 8-10 kilolara ulaşsalar. Eminim o zaman bu balığın mücadelesi ile hiçbir balık boy ölçüşemezdi.

Havanın aydınlanmasına az vakit var. Uzaktan şafak sökmeye başladı. Ne zaman toplanıp spin yapmaya başlasam diye plan yapıyorum. İçimden bir balık daha alayım kalkarım diyorum. Deniz ana beni çok bekletmiyor. Oltamda vuruş dahi hissetmeden derinliğini kontrol etmek için hafiften yukarı çektiğim anda parmağıma bir ağırlık oturuyor. Çipura... Bu balık ile şeytan oltasında mücadelenin tarifi imkansız. Melanur 100 metre sprinter ise, çipura grekoromen güreşçi, komple kastan oluşan bir kaba kuvvet... Mücadelesi keyifli ama zorlayıcı olmaktan uzak. Bu da yarım kilo civarı...

Gece avında görevi tamamladım. Sıra sabah suyunda... Tercihim takım çantamdaki Duel Hardcore Minnow 150... Müthiş bir menzili var. Ne zamandır su üstü sahte dışında balık almaya hasret kaldım. Hiç beklenmedik bir anda oltanın bir anda olduğu yere zımbalanması ve sonrasında gelen kafa darbeleri... Ben hayal kurmaya devam ederken, hayalim bir anda gerçek oluyor. Hava daha karanlık sayılır, balığın geldiği mesafe ise hayli uzak. Kesin turna... Yalnız ufak bir sorun var. Balığın vurduğu yerin çok yakınında yemli oltam duruyor. Balık buna dolaşırsa sorun olabilir. Uyanık davranıp balığı hemen oltanın üzerinden aşırıyorum. Balık büyük değil ama çok hareketli. Kıyıya geliyor. Kepçeyle usulca alıyorum.





Üç farklı, üçü de birbirinden güzel balıklar...Hepsinin yaşattığı heyecan birbirinden farklı. Hiçbirini bir diğerine değişemem. Sanıyorum bu da balık tutmayı niye başka hiçbir uğraşa, tutkuya değişmeyeceğimin nedeni... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder