24 Eylül 2014 Çarşamba

Denizin Altın Balığı: Eşkina

Onun adı,Sciaena Umbra,

Marmara denizi ile Karadeniz kıyılarında yerleşip yuva kuran bir balıktır. Evet yuva kurar, kayalık bölgelerdir yuvaları. Yerleştikleri ufak mağaralarda nesiller boyu yaşayıp göç etmeyen bir balıktır. Sadece geceleri çıkar yuvasından avlanmak için. Karanlıkların efendisidir, Kayalıklarda yaşayan ufak karidesler, yengeçler, deniz kurtları, balık yavruları, hatta midyeler zengin mönüsünün parçasıdır Eşkina'nın... Denizin altınıdır, görenler bilir 24 ayar altın kadar parlaktır pulları. Altın kadar da kıymetlidir aslında, Balıkçı lokantalarının en kallavi müşterilerine o da ancak denk gelirse servis edilir.Karadeniz'de ve Marmara'da hemen her sahilde ismi değişir. Eşkina, İşkina, Eşkine, Mavreşkin, Mavruşgil, Karakoza, Lendenoz, Kaya levreği, Taş balığı.. Taş balığı denmesinin sebebi iki türlüdür, Birincisi her zıpkıncının daldığı taşın altında bir eşkina vurma ihtimalinin olması zıpkıncılar arasında taş balığı diye anılmasına sebep olumuştur. İkinci ve daha önemli olan sebebi ise; alternatif tıpta, balığın kafa tasında yer alan iki adet taşın, böbrek hastalıklarının tedavisinde kullanılıyor olmasıdır. Gerek tıbbi, gerek maddi sebepler bu balığın neslinin hızla tükenmesine ve yok olmaya başlamasına sebep olmuştur. Bir diğer sebepte çevre düzenlemesiyle doldurulan sahil kesimleri, çevre kirliği, denetimsiz avcılık, bu yuvalanması ve çoğalması zor, neslini sürdürme mücadelesi veren altın balığın artık iyice yok olmasına sebep olmuştur. 2006 yılından beri kanunla koruma altına alınan ve belirli yıllarda resmen yasaklanan eşkina avcılığı, azda olsa kısa sürede tekrar yuvalarda hareketliliğe sebep olup nesillerin kısmende olsa güvence altına alınmasını sağlamıştır. Fakat kuralların denetimsizliğinden faydalanan bilinçsiz ve özellikle art niyetli avcılar gerek gece dalışları,gerekse küçük ticari balıkçı teknelerinin kıyılarda attığı fanyalı ağlar halen bu narin ve nadir balığın çoğalmasında büyük engeldir. Siz siz olun 1kg ve 30cm altında olan tuttuğunuz bütün delikanlı eşkinaları çoğalmaları için tekrar yuvasına gönderin. Belkide bu hareketiniz sayesinde önümüzdeki uzun yıllar tutacağınız bütün eşkinaların teminatını yapmış olursunuz, kim bilir... Bugün koruduğunuz her balık, aslında sizin yarınınızdır asla unutmayın....

Mesut Yıldırım / Bosphorus LRF Team - Turkey


23 Eylül 2014 Salı

Ocak Levrekleri

2014 senesinin ilk günleriydi. Samsun kıyılarında sular iyice soğumuş, ara ara Yakakent'te levreğe at-çek yapanlar dışında denizde kıyı balıkçılığı neredeyse bitmişti. Derbent barajı alabalık raporlarından başka kimseden ses seda çıkmazken sıra dışı bir oltacı herkesten habersiz belki de koca bir yılın en heyecanlı, en bereketli avlarını yaşıyordu. Bu adam, 2013 sonbahar lüfer sezonu boyunca teknesiyle balığa çıktığım, bana uzun olta yönteminin bütün inceliklerini öğreterek hayatımın en bereketli lüfer avlarını yapmamı sağlayan Özkan Gadiş'ten başkası değildi. Sezon boyunca havanın müsaade ettiği hemen her gün denize açılıp yüzlerce lüfer yakaladıktan sonra aralık ayından itibaren gözünü levreğe dikmiş ve çok güzel boylarda onlarca levreği teknesinin içine almayı başarmıştı.

Yoğun iş tempomun arasında nihayet bir fırsatını bulup 4 Ocak cumartesi sabahı için Özkan abiyle sözleştik. Yazdan kalma bir günde Özkan abinin alüminyum tabanlı şişme botuyla limandan avara edip çarşaf gibi denizin üzerinde meraya doğru ilerlemeye başladık. Koca denizde ufuk çizgisine kadar bizden başka kimse yoktu. Manevra yapmamıza mani olacak tekne olmadığından, kıyıdan yaklaşık 200 m açıktaki Özkan abinin levrek çukuru diye tabir ettiği 8-10 m derinliğindeki kayalık meranın üzerinde istediğimiz gibi dönebilecek, ufukta bir oynak gördüğümüzde balığı bozmadan etraflarından dolanıp yemlerimizi sürünün arasından geçirebilecektik. Her şey istediğimiz gibiydi. Bir de balık yaparsa keyfimize diyecek olmazdı. Meraya yaklaştıkça heyecanım katlandı. Bir an önce oltamı botun arkasından salmak için sabırsızlanıyordum. Botun kıçından 2 yana açarak kullanacağımız kamışlarımızı hazırladıktan sonra karada Özkan abiyle birlikte hazırladığımız sırtı takımlarını açıp denize koyverdik.

Makinemden gelen beden misinasının bağlandığı üçlü fırdöndünün uçlarından birinde 20 cm köstekli 150 g kurşun, diğerinde ise yaklaşık 50 kulaç kösteğin ucunda 11.5 cm'lik silikon balık bağlıydı. 50 kulaçlık köstek misinasının ufak bir fırdöndüyle ayırdığım en uçtaki 6 kulaçlık kısmını 0.33 mm florokarbon ( görünmez ) misinadan, geri kalanını ise 0.40 mm monoflament misinadan bağlamıştım. Özkan abi köstek uzunluğunun en az 50 kulaç olması konusunda özellikle ısrar etmişti. Bana kalsa o kadar uzun köstek kullanmazdım ama kimse tutamazken sadece Özkan abinin levrek tuttuğunu düşününce itiraz etmedim. Belli ki Özkan abinin başarısının sırlarından biri de buydu. Motorun rölanti devrinde seyrederken ben tek silikon, Özkan abi ise herkesten sır gibi sakladığı özel 5'li silikon çaparisini çekiyordu.

Uzun bir süre masmavi çarşaf gibi denizin üzerinde sessizce dolaştık. Levrek çukurunun etrafında büyüklü, küçüklü daireler çizdik. Bir süre sonra can sıkıntısından yanımızda getirdiğimiz çikolataları yedik. Çikolatalar bitince mandalinaları yemeye başladık. Bir kaç ay önce uzun oltayla lüfere gezerken atıştırmaya bile fırsat bulamazdık. Ne zaman bir şey atıştırmaya kalksak anında balık yapışır, elimizi ayağımıza dolaştırırdı. Bu olay o kadar sık tekrarlanmıştı ki totem olarak kabul etmeye başlamıştık. Levrek çukurunun etrafında silikon çekerken de balık vursun diye yarım kilo mandalina yediğimiz halde vuran olmadı.

Ava başlayalı 2 saat kadar olmuştu ki su şişesinin kapağını açıp ağzıma götürdüğüm anda kamışım iki büklüm oldu. Heyecanla şişeyi botun içine atıp oltaya yapıştım. Bir anlık olta dibe mi takıldı diye düşündüysem de oltanın ucundaki sağlam bir balıktı. Özkan abi ustaca bir manevrayla botu balığa doğru çevirip balıkla rahat mücadele edebilmem için kendi oltasını toplamaya koyuldu. Dikkatli bir şekilde oltayı kurşuna kadar sardıktan sonra kamışı kenara bırakıp misinayı elime aldım. İşte işin en heyecanlı ama dikkat isteyen kısmı burasıydı. Çocukluğumdan beri incecik şeytan oltalarıyla avlanmaya alışık olduğumdan balığı elle yormasını iyi bilirim. Ama 50 kulaç uzunluktaki misinayı ayaklarımın arasına toplarken çok dikkatli olmam gerekiyordu. Aksi taktirde misina bir yere takılabilir ve balık fişeklediği zaman misinayı patlatabilirdi. Kah yol verip kah çekerek misinayı düzgünce dizlerimin üzerine toplayıp balığı botun yanına yaklaştırmayı başardım. Botu gören balık son bir kez daha fişekledikten sonra yorulup usulca kepçenin içine girdi.



2014'ün dördüncü gününde yıla şahane bir levrekle merhaba demiştim. Buz gibi deniz suyundan çıkan pırıl pırıl levrekle birkaç fotoğraf çektirip silikonlarımızı tekrar koy verdik. Artık balığımı almış, içime sinen birbirinden güzel fotoğraflar çektirmiş olmanın rahatlığıyla güzel havanın tadını çıkararak dolaşıyordum. Çok geçmeden kamışım bir kez daha eğildi. Heyecanla oltayı elime aldığımda bu defakinin ilkinden daha kuvvetli bir balık olduğunu anladım. Takımı çok zorlamadan, biraz uzun ama kontrollü bir mücadelenin ardında ikinci levreğimi de kepçelemeyi başardık. İçimi yine bir mutluluk ve rahatlama duygusu sardı. Gayet güzel boydaki bu levrekle de birkaç güzel fotoğraf çektirip ava devam ettik. Havanın kararmasına yakın bir vuruş da Özkan abi aldı. Gelen bir kilonun altında, ispendek irisi bir balıktı. Son balıktan sonra meranın çevresinde kısa bir tur daha atıp avı sonlandırdık.




Allah'ıma şükürler olsun ki deniz yine bana cömert davranmıştı. Yoğun ve yorucu bir mesai döneminin ardından beni mükafatlandırırcasına 2 güzel levrek hediye etmişti. Bu güzel avı yaşamama vesile olan, bana bildiği her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğreten ve kendisinden çok benim balık yakalayabilmem için özellikle çaba sarf eden Özkan abiye bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. O bana öğretmemiş ya da yazmam için müsaade etmemiş olsaydı bunları sizlerle paylaşamazdım. O bana, ben size, siz de başkasına... Bilgi paylaştıkça çoğalır.

17 Eylül 2014 Çarşamba

Lüfer Bu Kıyağı Unutmaz

Onun adı Pomatomus Saltatrix,

Karadeniz'de çıkar yumurtadan, Ağaç yaşken eğilir misali daha 3cm boyundayken bile ilaryaları kovalayacak cesarettedir. Büyür, o yağlı güzel karadeniz hamsisini yemeye başlar, hemde daha DEFNE YAPRAĞI'yken... Samsun, Sinop, Kastamonu derken Zonguldak, Düzce geçilir birde bakmışsın ki bizim ufaklık delikanlı bir ÇİNEKOP olmuş, Heyecanla beklediği memleketine, istanbul boğazına girer çinekoplar, Bu sefer boğazın en lezzetlisi istavritlerine göz koyar doyurur kendini iyice boy atar, olur yağlı bir SARIKANAT. Artık tam bir predatördür kendi cinsi dahil uçan, kaçan her balığı jiletten keskin dişleri, çeliği kesen güçlü çenesiyle tek darbede parçalar. Bu hırçınlık ve beslenme alışkanlığı bizimkine yarar, boğazda akıntılarda yüze yüze iyice parlayan belirginleşen pullarıyla endamı güzel, kendisi güzel bir LÜFER olur. Artık babayiğittir, gören balıklar aman diler yüzüşünden, Gecelerin adamıdır gafil avlar koca koca kefalleri, zarganaları. Boğaz dar gelir marmara'da eser geçer KOFANA olur. Çanakkale'yi geçer bir selam çakar Seddülbahir'e, çıkar Ege'ye... Balık çiftliklerinde bekçilik yapmaya başar, kaçanı affetmez ispendekleri, lidakileri çekirdek gibi yer, öyle olunca ona SIRTIKARA derler... Öyle bir balıktır ki, Doğumundan, ölümüne neredeyse her santim büyümesinde ismi değişir. Defne yaprağı,Çinekop palazı, Çinekop, Kaba Çİnekop, Sarıkanat, Lüfer, Kaba Lüfer, Kofana, Sırtıkara... Her boyda ismi değişsede değişmeyen tek şey, kaderidir. Bu bizim balığımız, ve artık yok olmakla yüz yüze. Bugün Bu balığı yaşatmak, öldürmekten çok daha kıymetli... Av limitlerine riayet edin, balığı yaşatın, keyfini yaşayın. Balıklar bu kıyağı asla unutmaz :)

Yazar: Mesut Sedef Yıldırım ( https://www.facebook.com/rockfishingturkey?fref=ts )

14 Eylül 2014 Pazar

Balık Sürüler Halinde Birbirini Kovalayarak Geçerdi İstanbul'un İçinden...

Defne Koryürek'in kaleminden,

Mart 02, 2010'de İstanbul Lüfer'e Hasret Kalmasın kampanyamızı başlatırken yayınlamıştık, bu yazıyı:

“Eski İstanbullu’lar yok artık,” dedi geçenlerde bir taksi şöförü, “siz nerelisiniz?” diye de sordu arkasından. Gönlümden geçen cevabı buraya taşımayayım, köklerim bugünkü sınırlarımızın ötesinde. Dışarlıklıyım, desem, yeri! Osmanlı'nın tekne kazıntısı, yani. Ama şöförle sohbetimize bu girmedi, zira, “Çınaraltı’lıyım” dedim. Sonra da emin olamayıp anlayacağından, “Emirgan Çınaraltı” diye altını çizdim. Yaşından beklemeyeceğim bir hasretle “Boğaz çocuğusunuz,” dedi.

Evet, ben, Boğaziçi’nde büyüdüm.

Benim çocukluğumun Boğaziçi’si, çay bahçesine inen hanımların “misafirlere bırakalım” deyip ön sıraları değil de arka masaları seçtiği; suyun Kanlıkavak’tan doldurulduğu; balığa çıkan aslında mahallenin boyacısı Salih usta’nın eve dönerken kendine fazla saydığı balıkları eşe dosta kapıya bıraktığı; fırınına börek götürülen ve börek çıktığında fırıncı hakkının unutulmadığı; kasabı, emlakcısı, bakkalı ve manavı ile herkesin mahalleli olduğu bir zamanın Boğaziçi’si, elbette. Boğaziçi demek, İstanbul demekti. Okulum oradaydıysa da, Nişantaşı, zaten, gidilesi yerler değildi. Kömür, is... yaşanacak yer, oradan uzak heryer, asıl İstanbul da, benim için Boğaziçi’ydi. Suyun yanı.

Dedem kardeşime “hamsi Mehmet” derdi. Kefal balığını öğretirken “sefal”den başlamış, “c”nin Latince ile Grekce arasındaki okunma farkıdan kefali’ye (kafa) ve kefal’e gelmişti. Çirozdan zarganaya pek çok balık isiminin Rumca olduğunu, ırkçılığa ayrımcılığa düşmeden, bir Boğaz çocuğu sıradanlığında anlatmıştı. Bizi ziyarete gelip, kaldıkları haftalarda sabah kahvaltılarımız hazırlar ve sağlıklı yetişmenin garantisi diye belirlediği sayıdaki zeytinin, peynirin ve ekmeğin yanı sıra top yumurtayı yediğimizden emin olmak için bizimle oturur ve arkası yarın masallar anlatırdı. Alatlı dedem, adını, köklerini anlatmayı çok sonrakilere bıraktı ve Sarıyer’li yanını tanıttı ilk masallarında bize. Karadeniz’den Marmara’ya arkadaşını arayan yunus Sami’yi, Samsun’dan yola çıkan “defne yaprağı”nı, Torik Erto’yu, Sarıyer’li midye Mahmut’u... hep o tanıttı bize. İstanbul Boğaziçi, Boğaziçi de zaten İstanbul’du. Kardeşim daha bebekken, ben, Sarıyer’den Ortaköy’e tüm “köy”leri sayabilirdim. Oradan sonrası Boğaziçi sayılmıyor muydu, ne, ama ayrıydı. Aynı şekilde “Çınaraltı’nın karşısında Kanlıca, peki, ya RumeliHisarı’nın karşısı?” en sık sorularındandı, dedemin. Haritada Avrupa ile Asya’yı ayıramasam bile, karşı kıyıyı bilirdim.

Çocukluğumda balıklar birbirini kovalayarak geçerdi Boğaz’dan. Sürüler halinde. Lüfer ve babası kofana en iyi bildiklerim. Vahşi balıklardı, elini ısırırlardı balıkçıların. Sürüye denk geldiğinizde Boğaz’dan sadece olta ya da ağla değil, biliyorum inanılır gibi değil ama, kova sarkıtılarak bile çekilirdi balıklar. Balık boldu. Boyacıköy’ün önü sıra uzanan o geniş kaldırımın balık kaplandığı onlarca sefer hatırlıyorum. Kulağına kar suyu kaçtı, lodos vurdu gibi tarifleri vardı insanların. Balığın doğası, insana yabancı değildi. İstavritinden, kofanasına mahallelinin tuttuğu balık yenirdi bir tek istisna, kalkandı. Kalkan, Rumeli Kavağı’ndan ya da Beyoğlu’ndan alınan bir balıktı ve alındığında da çok gelirdi. Büyüktü. Bugünkü gibi “bebek” kalkan falan olmazdı tezgahlarda ve dişisini, erkeğini bilmek, ciğerini ya da yumurtasını isteyip istememek İstanbul çocuğu olup olmadığının tescili gibiydi. Balıkçılar sizi tartarken, kopya falan da vermezlerdi. Kalkan kızartılırdı, palamut gibi ve kokusu günlerce mutfaktan çıkmayacak diye söylenilirdi arkasından. Gene de, balık, bugünkü gibi dışarıda değil, evde yenilirdi ve beraberinde kurulan masa mevsimi birebir yansıtırdı. Istakozundan midyesine, uskumrusundan toriğine herbirinin sadece taze tüketildiği, bayatının, pahalısının bilinmediği o vakitler, lüferle çoban salatası yiyebilirdin belki ama kalkana bir tek kıvırcıkla kırmızı soğan kalırdı eşlik edecek.

Doğasında balık olan, o balığı da tuttuğu zaman yiyen insanlara ne ad verilecek ki? Gurme de denmezdi onlara, yenilenle caka da satılmazdı. Ama anlayacağınız “yemek yemeyi biliyorlar” diye gıpta edeceğiniz hanelerden oluşurdu, Boğaziçi ve sakın ha, dudak bükmeyin bu dediğime! Sakın ha yok canımlamayın ve mevsiminde bir balığın, tutulduğu yerin hemen yanı başında yenmesine içimizin nasıl gittiğini, o tadın sahiciliğine ne fiyat deseler vermeye hazır olduğumuzu hatırlattırmayın bana.

Bununla beraber, Boğaziçi’li, nasıl oldu ben anlamadan ve hepi topu benim yaşamım kadar kısa bir zamanda, kat karşılığı evlerini, bahçelerini sattı. Belediyeden talep edeceğine hizmeti, çöpünü Boğaz’a boşaltarak çözdü derdini. Bir gecede konan “gondu”lara kat çıkma izni karşılığı omuz silkti ve bir gece önceki karartmanın ardından Rum komşuya taş atan oğlunun sırtını “aslanım” diye sıvazlayarak çıkarttı, pek çok başka şeyin acısını. O acıları da asla tarif etmedi. Giden Rum komşuya rağmen. Mahalle çeşmeleri birer ikişer kurudu. Sokak aralarında asılı görmeye alışık olduğum çirozlar, aynı Vita tenekelerindeki cam güzelleri gibi, birer birer yok oldular. Fırınlar ya el değiştirdi, ya da “modern”leşti. Fırınların önündeki sıra da sadece Ramazan’a has bir tecrübeye döndü, marketlerin gelişiyle. Mahalle de beraberinde öldü. Kıyı boyunca sayılacak “köy”ler kalmadı. Kofana da öyle, torik de... hepsi bitti. Ne Akıntı Burnu’nda midye, ne de Arnavutköy’de ıstakoz çıkıyor artık. Mahalleli kalmayınca, zira, bunların tükendiğine hayıflanan da kalmadı. Hızlı hayat, dost sohbetlerini de hızlandırdı ve rakıya bile eşlik etmiyor bu balıkların adı, nerede hasretini çekenlerin ahbaplığı.

Bir zamanlar, benim yaşım kadar kısa bir zaman önce ama geçen yüzyılda, İstanbul’da, İstanbullular yaşarken, Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si ve Müslüman’ıyla, Boğaziçi belirlerdi mevsimi. Balık sürüler halinde birbirini kovalayarak geçerdi İstanbul’un içinden. Çocuklar donlarıyla denize girer, hanımlar çay bahçelerinde güneşlenir, mahallenin boyacısı da balıktan döner dönmez bahar temizliğine yardıma gelirdi.
Evet, o vakitler bahar temizliği çini sobaların sökülmesi, duvardaki islenmiş, pislenmis kısımların silinip yeniden boyanması ve bol miktarda da kıymalı makarna demekti ve günlerce sürerdi.

Evet, o vakitler mazot sıkıntısı vardı, evler soğuktu, caddeler pis ve sokaklar karanlık.

Evet, o zamanlar bir araba alabilmek için sıraya girilirdi, bir buçuk-iki yıl sonra alınacak o arabanın rengini bile seçme şansınız olmazdı.

Evet, döviz taşımak bulundurmak, biriktirmek yasaktı ve yurtdışına iki-üç yılda bir kez çıkılabilirdi.

Doğru.

Bunların hepsi geçen yüzyılda geçti.

Bugün mahallelerimiz yerine apartmanlarımız ve etrafı duvarlarla çevrili, kendimizi kendimizden koruyan sitelerimiz var. Anahtarımızı kimseye teslim etmiyoruz, kızartmaları da bir tabak olsun komşuya vermek aklımıza gelmiyor. Zaten kızartma “ağır”, kızartan da evin çalışanı olunca komşuyu hatırlayacak kadın eli de otomatikman eleniyor. Huzurumuz bozulmasın. Medarı iftaharımız arabalarımıza çocuklarımızı koyup markete gidiyoruz ve İtalyan peynirlerinden, Fransız şaraplarına, yöresel ya da organik ürünlerden en katkılı, en yapay aromalı çerezlere her diyardan lezzeti yüklüyoruz sepetimize. Yeni çıkmış ekmek kokuları salan pastahaneler, en hijyenik kasapların yanı sıra, balıkçılar da var, marketlerin mükemmel aydınlatılmış, defa defa denenip en çok nasıl satılırsa öyle sıralanmış raflarının yanı sıra. Çiflik somonları, levrekleri ve çipuraları alıyoruz artık, İstanbul’da, hem de kaç kilometre öteden geldiğini hiç merak etmeksizin. Tazeliği, Şili üzümünden hallice, oysa. Peşinden kovalayıp besleneceği hamsiyi, istavriti ya da sardalyeyi bulamayan lüfer, daha lüfer olamadan, sarıkanat boyundayken satılıyor bu tezgahlarda ve biz, arada gazetede gözümüze çarparsa, okuyoruz: lüferin de soyu tükeniyor!

Lüfer de tükendiğinde, oysa, Boğaziçi’nden ne kalacak geriye?

“İstanbulluyum” diyen, farkında değilse lüferin ve tasalanmıyorsa hele tükendiğine, İstanbul peki, nerede?


4 Eylül 2014 Perşembe

Şeytan Oltası: Temmuz Güzelleri

Çocukluğumdan beri deniz kıyısındayım. Elimde tahta parçasına sarılı birkaç metre misinayla kayabalığı, lapin, kefal ve gümüş peşinde sabahtan akşama kadar güneşin altında dolaşmaktan ensemin kapkara olduğu günlerin üzerinden uzun yıllar geçti. O günlerden bugüne çok şey değişse de içimde değişmeden kalan şeyler de var. Makaraya sarılı ince bir misina üzerine iliştirilmiş tek kancadan ibaret şeytan oltası hala favori takımlarımdan biri. Bundan yaklaşık 20 yıl evvel kaya balıkları oltamın ucundaki midye parçasını tırtıkladığında duyduğum heyecan nasılsa, bugün iri bir balık oltamın ucundaki canlı tekeyi yutup misina parmaklarımın arasından akmaya başladığında duyduğum heyecan aynı.

Marmara denizinde yaz ayları trofe balık bakımından ilkbahar ve sonbahara göre daha verimsiz geçer. Yatak yapan bireyler dışında lüfer, palamut, levrek gibi avcı balık sürülerinin büyük kısmı yazı Karadeniz'de geçirir. Karagöz, mırmır, eşkina, minekop gibi avcılık değeri yüksek olan bir çok tür de yazın oltalara daha az rağbet eder. İstisnalar olsa da yaz aylarında bu balıkları kandırmak ilkbahar ve sonbahara göre daha zordur. İşim icabı 2014 yazını da evimden uzak İstanbul'da geçireceğimi öğrendiğimde trofe balık bakımından çok bir beklentim olmasa da İstanbul'a geçer geçmez gerek LRF, gerek spin, gerekse yemli takımlarla denemelere başladım.

Sabah, akşam ve gece suyunda gerçekleştirdiğim lüfer ve levrek hedefli at-çek avlarım sonuçsuz kalıp LRF takımlarıyla kandırdığım balıklar tatmin edici olmayınca yemli takımlara yöneldim. 10 Temmuz akşamı hava karardıktan sonra marina içinde bağlı bulunan yatların arasından şeytan oltasıyla denemeye karar verdim. Geçtiğimiz sene marina mendirek kayalıklarında ve yatların arasındaki yüzer parmak iskelelerin altında kalabalık karagöz sürüleri gördüğüm halde gündüz vakti yem yedirmeyi başaramamıştım. Yüzer iskeleleri dibe bağlayan kalın zincirlerin üzerindeki midyelerle beslenen karagözler çok ürkek oluyor. Balıkları kaçırmamak için çok sessiz hareket etmem gerektiğini biliyordum. İskeleye çıkmadan önce kıyıdan kepçe yardımıyla çıkardığım tekelerin içinden en irisini seçip makaraya sarılı 0.28 mm'lik şeytan oltasının ucundaki 4 numara çapraz kancaya taktım. Bütün hazırlıklarımı kıyıda hallettikten sonra yanıma sadece ucunda yemi hazır olan şeytan oltasını ve kepçemi alıp yumuşak adımlarla iskelenin ucuna doğru yürümeye başladım. İskelenin ucuna bir adım kala çok sessiz bir şekilde kepçeyi yere bırakıp suya çok yaklaşmadan yemi hemen iskelenin altına sarkıttım.

Heyecan dolu bir kaç saniyenin sonunda beklediğim vuruş geldi. Misina boşta olduğu halde vuranın büyük bir balık olduğunu anladım. Yemi tek hamlede vakumlayarak yutan iri balıkların vuruş şekliydi bu. Tasmayı vurmamla birlikte oltanın ucundaki karagözün kapkalın gövdesiyle yanlayarak oluşturduğu müthiş kuvveti hissettim. Balığın misinayı suyun içindeki midye kaplı zincirlere kestirmemesi için normalde yapmayacağım şekilde yol vermeden asılmaya başladım. Yorulmasına müsaade etmeden yüzeye çıkardığım balık tüm gücüyle suyu döverken tek hamlede kepçeleyip dışarı almayı başardım. Kepçenin içindeki balık muhteşem bir karagözdü. Elimle üzerine bastırıp zaptetmeye çalıştıysam da kuyruk darbeleriyle iskeleyi dövüp tüm sürüyü kaçırdı. O gece yer değiştirerek 1 saat daha denediğim halde başka vuruş alamadım.



O günden sonra marinanın içini ara ara şeytan oltasıyla yoklamaya devam ettim. Bazen gece yarısından önceki saatlerde bazen de gece yarısından sonra sahura kadar olan vakitte 1-2 saatlik denemeler yaptım. Nihayet 15 Temmuz gecesi sabaha karşı marina mendireğine yakın olan iskelelerden birinde bir tane kaçırdıktan hemen sonraki atışımda aynı boyutlarda bir karagöz daha yakalamayı başardım. Sonraki günlerde işlerimin yoğunluğundan dolayı daha nadir yapabildiğim avlarda başka karagöz yakalayamasam da yazın ortasında yakaladığım bu güzel karagözlerin zevki beni uzun süre idare edecek cinstendi...



3 Eylül 2014 Çarşamba

Yeni Sezon Yeni Ümitler ve Olası Yeni Hayal Kırıklıkları

Günümüzde doğaya hiç bir şey vermeden sadece doğanın sömürülmesi yoluyla üretim yapılan en önemli endüstri dalı “balık avcılığı”dır. Benzer kapsamda sayılabilecek ikinci ve son örnek ormancılıktır. Bodoslamadan konuya dalacak olursak, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de doğal su ürünleri kaynakları o kadar kötü kullanıldı ki, artık her sezon başında yeni ümitlere kapılmak kadar sezon sonunda yaşanacak hayal kırıklıklarına da hazır olmak gerekiyor.

Kısacası artık balıkçılığın eski alışkanlıkları ve eski kafaları tatmin etmesi mümkün değil. Yeni ve doğru bir bakış açısı lazım. Balıkçılıkta düzen tamir edilmesi zor bir şekilde bozulmuştur ve yer gök balık dolsa bile kazanç yetersiz kalacaktır. Günümüz koşullarında ülkemizde avlanan balıktan balıkçıya düşen pay sadece karada /denizde çiftlik, balık unu/yağı ve yem fabrikası, strafor kutu, işleme, paketleme ve soğuk depolama tesisi gibi çeşitli yatırımlar yapmış, pek çok tekneyi kendisine çalışmak zorunda bırakmış bir kaç balıkçıyı memnun eder. Gerisi sadece borcuna borç katar, milyonluk yatırımında amele gibi çalıştığıyla kalır.

Bu hesaba itirazımız varsa olması gereken yeni bakış açısına uygun şekilde sorunun çözümüne katkı sağlamak, yanlış gördüğümüz hesabı düzeltmeye yardımcı olmak zorundayız. Sorunun kendi kendine düzelmesini beklemek, nasılsa birileri düzeltir diye ummak ya da her şeyi eleştirerek karanlığa küfretmek çözüm değil, Konfüçyüs'ün dediği gibi; kalkıp bir mum da bizim yakmamız gerekiyor.

Geçmiş tecrübeler “çinakop başka, lüfer başka balıktır” diyenlerin, bu benzer saçmalıklara karşı cılız itirazlarını bile duyamadığımız bilim adamlarının, balıkçılığı kayıt altına almamakta, büyük boyutlara ulaşan ve topyekün tüm balıkçılığın kaymaya başladığı bir mecra olan kaçak avcılıkla mücadele etmemekte ısrar eden bakanlığın, devletin yayınladığı istatistiklere, “bunlar yanlış” deyip, teknesine gelen anketçiyle dalga geçen, doğru bilgi vermeyen balıkçının veya hiç bir kayıt tutmayan tabela kooperatiflerinin çare olmadığını gösteriyor.

Sanırım aklımızdan “neden denizlerimizdeki balık balıkçımıza yetmez” diye bir soru geçmiştir. Gelin bir hesap yapalım ve cevabı hep beraber görelim. Geçen sene resmi rakamlara göre bu memlekette 180 bin ton hamsi avlandı. Yarısı balık unu/yağı fabrikalarına gittiğine göre tutarı en fazla 180 - 240 milyon TL eder. Buradan hamsi avlayan gırgır teknesi sayısını dikkate alırsak tekne başına 1 milyon TL'den daha az para düşer...

Düşer mi? Düşmez, çünkü geçen sene (Gürcistan ve Abhazya'da avlananlar hariç) yaklaşık 20-25 takım tekne başına 6-10 bin ton civarında hamsi avlarken hamsi av belgesi olduğu halde 150 den fazla gırgır teknesi kumanya altı kaldı. (Devletin rakamlarına inanmayanlar 20-25 takımın 6-10 bin ton arası hamsi avladığını dikkate alırsa, gerçekte ne kadar hamsi avlandığını bilenlerin sadece balıkçılar olmadığını görecektir). 20-25 takım 6-10 bin ton arasında hamsi avladığında diğer teknelerin payına çok fazla hamsi düşmediği de aşikardır.
Yani hamsi gelirlerinin %90'ı 20 takım ile buzhane ve fabrika sahiplerine gitti. Geri kalan teknelerin cebine üç-beş kuruş girdiyse bu hamsiden değil istavrit, sardalya ve çinekoptan oldu. Özellikle Marmara takımları ve bir iki Ege takımı bu balıklar sayesinde kumanya altı kalmaktan kurtuldu.

Geçen sene Karadeniz'de dip trolcülüğü yapan yaklaşık 250 tekneden sezonu borçsuz kapatan sadece 15-20 tekne vardı. Ortasu trolü için resmi rakamlar verimsiz bir sezon gösterse de çoğu sezonu halinden memnun kapattı. Bu rakamlar böyle uzar gider...

Balıkçı kazandı mı? - Kazanmadı.

Peki vatandaş ucuz ve bol balık yedi mi? - Yemedi.

Öyleyse bu kadar balık niye kırılıyor, bu kadar tekne neden boşuna çalışıp duruyor?

Nedeni açık. Çoğu balıkçı kabzımala ve fabrikaya olan borcu nedeniyle hiç itiraz edemeden, avladığı balığın kaç para ettiğini bilmeden pazara gönderiyor. Özellikle buzhaneye giren hamsi, palamut ve çinekop balığında tekneye yazılan pusula ile piyasa fiyatı arasında 5-10 kata yakın fark oluyor. Balıkhaneye gönderilen balıklar ise kankiler arasında alavere/dalavere yapılarak balıkhanede ulaştığı fiyattan değil, balığın ilk gönderildiği kabzımalın biçtiği değerden pusulaya yansıtılıyor. Namuslu balıkçı zor koşullarda balık avlayıp para kazanmaya çalışırken kaçak avlananlar, özellikle de Kumkapı merkezli korsan troller piyasayı istedikleri gibi bozuyor. Ne barbun-tekir para ediyor, ne bakalyaro mezgit, ne de istavrit çinekop gerçek fiyatından balıkçıya yansıtılıyor.

Asıl konusu geleneksel balıkçılığı korumak olan GELBALDER ülkede her şeyiyle kötüye giden, kötü yönetilen balıkçılık nedeniyle kendini büyüklü - küçüklü tüm balıkçıların çıkarını savunmak durumunda buluyor. Çünkü gırgırcı ve trolcü kendi av sahalarında para kazanamazsa geleneksel balıkçıların av sahalarına göz dikiyor. Çünkü gırgırcı ve trolcü sezonu borçla kapattığı sürece daha küçük balıkları, daha kıyı sulardan ve stokların kaldıramayacağı miktarda avlıyor. Böylece geleneksel balıkçıların, hatta tüm vatandaşların hakkı olan balık stokları mahvoluyor.

Keşke daha iyi bir düzene sahip bir balıkçılığımız olsa da biz de yönümüzü küçük ölçekli balıkçının sorunlarını çözmeye dönebilsek. Keşke sadece deniz, göl ve baraj gölü kıyılarındaki balıkçı köy ve kasabalarında, balıkçı iskele ve barınaklarında daha çevreci ve daha karlı balıkçılığın nasıl yapılacağını, avlanan ürünlerin en iyi nasıl değerlendirileceğini anlatmak, bunun sağlanması için resmi rakamların kapısını aşındırmak gibi keyifli işlerle uğraşsak.

İşte bu ahval ve şerait içinde bol palamutlu, bol lüferli, bol istavritli ve bol hamsili bir sezon yaklaşmasına rağmen,

- balığın denizden sofraya izlenebilirliğini sağlayacak,
- tekneden kamyona yüklenen balığı sofrasına koymak için satın alacak vatandaşın balığın nereden, ne zaman avlandığını, tazelik ve yasallık konusunda emin olacağı tedbirleri almadığımız için,
- stokların kaldıracağı yük ölçüsünde kotalar koyup uygulayamadığımız için,
- Sürkoop'un Ziraat Bankası'nın borçları yapılandırabilmesi için yaptığı fabrika ve kabzımallara olan borçların bildirilmesi çağrısına kulak verilmediği için,
- balıkçılığın tek sorununun 24 metre ve 20 cm lik çinekop avlama boyu olduğu sanıldığı için,
- dünyada tek misina ağı yasağı uygulayan ülke olduğumuz için

bizi yeni hayal kırıklıkları bekliyor...

Yazının orjinal linki:  http://www.gelbalder.org/showthread.php?t=6400

Yakup ERDEM


Tatil Bilançosu

İşin başında yola "Her balığın bir hikayesi vardır" diyerek çıkmış olsak da, bazı durumlarda bu hikayeleri yazıya dökmeye zamanımız olmayabiliyor. Hele ki söz konusu 10 günlük bir av tatili ise üst üste yapılan avlarda her balığın hakkını verebilmek bir hayli zor. Nitekim tatilin başında gerçekleştirdiğim ilk iki avdan sonrasını yazıya dökme çabalarım maalesef sonuç vermedi. Ben de hiç değilse avların sene-i devriyesi gelmeden buradan bir tatil bilançosu yapayım dedim.

Oldukça uzun bir tatilin hatırı sayılır bir bölümünü balık avına ayırdım. 6 günü Temmuz'un son haftası, 4 günü ise Ağustos'un ikinci haftasına denk gelen avlarımda trofe sayılacak bir av yapamasam da çok çeşitli balık türleri ile mücadele etme fırsatı buldum. Avlarımın büyük çoğunluğu kıyıdan sabah suyunda gerçekleştirdim. Denizin müsait olduğu günler ise tekneyle yemli ve sırtı avları yaptım. İşte 10 günün özeti:

Levrek: 2 Adet 
Yöntem: At-çek
Yem: River2Sea Bubble Pen, Strike Pro EG145F

31 Temmuz 2014

19 Ağustos 2014
19 Ağustos 2014




Çipura: 3 adet
Yöntem: Çift Köstekli Dip Takımı, Şeytan Oltası
Yem: Sübye, mamun

26 Temmuz 2014

26 Temmuz 2014

28 Temmuz 2014


Turna: 1 adet
Yöntem: At-çek
Yem: Duel Hardcore Minnow 150F

28 Temmuz 2014
Melanur: 5 adet
Yöntem: Şeytan oltası
Yem: Mamun

28 Temmuz 2014
30 Temmuz 2014
Sinarit: 1 adet (Palaz)
Yöntem: Sırtı
Yem: Rapala X-Rap Firetiger

29 Temmuz 2014
Sargoz: 2 adet 
Yöntem: Gezer kurşunlu tek iğneli takım, çift köstekli dip takımı
Yem: Sübye, mamun


18 Ağustos 2014
16 Ağustos 2014
Mercan: 8 adet
Yöntem: Çift köstekli dip takımı
Yem: Mamun


1Ağustos 2014
1 Ağustos 2014



16 Ağustos 2014 - Babamın katkılarıyla :)

Ve diğerleri...


Minyatür akya
Sokar


İstanbul'un pırıl pırıl sardalyaları