Defne Koryürek'in kaleminden,
Mart 02, 2010'de İstanbul Lüfer'e Hasret Kalmasın kampanyamızı başlatırken yayınlamıştık, bu yazıyı:
“Eski İstanbullu’lar yok artık,” dedi geçenlerde bir taksi şöförü, “siz nerelisiniz?” diye de sordu arkasından. Gönlümden geçen cevabı buraya taşımayayım, köklerim bugünkü sınırlarımızın ötesinde. Dışarlıklıyım, desem, yeri! Osmanlı'nın tekne kazıntısı, yani. Ama şöförle sohbetimize bu girmedi, zira, “Çınaraltı’lıyım” dedim. Sonra da emin olamayıp anlayacağından, “Emirgan Çınaraltı” diye altını çizdim. Yaşından beklemeyeceğim bir hasretle “Boğaz çocuğusunuz,” dedi.
Evet, ben, Boğaziçi’nde büyüdüm.
Benim çocukluğumun Boğaziçi’si, çay bahçesine inen hanımların “misafirlere bırakalım” deyip ön sıraları değil de arka masaları seçtiği; suyun Kanlıkavak’tan doldurulduğu; balığa çıkan aslında mahallenin boyacısı Salih usta’nın eve dönerken kendine fazla saydığı balıkları eşe dosta kapıya bıraktığı; fırınına börek götürülen ve börek çıktığında fırıncı hakkının unutulmadığı; kasabı, emlakcısı, bakkalı ve manavı ile herkesin mahalleli olduğu bir zamanın Boğaziçi’si, elbette. Boğaziçi demek, İstanbul demekti. Okulum oradaydıysa da, Nişantaşı, zaten, gidilesi yerler değildi. Kömür, is... yaşanacak yer, oradan uzak heryer, asıl İstanbul da, benim için Boğaziçi’ydi. Suyun yanı.
Dedem kardeşime “hamsi Mehmet” derdi. Kefal balığını öğretirken “sefal”den başlamış, “c”nin Latince ile Grekce arasındaki okunma farkıdan kefali’ye (kafa) ve kefal’e gelmişti. Çirozdan zarganaya pek çok balık isiminin Rumca olduğunu, ırkçılığa ayrımcılığa düşmeden, bir Boğaz çocuğu sıradanlığında anlatmıştı. Bizi ziyarete gelip, kaldıkları haftalarda sabah kahvaltılarımız hazırlar ve sağlıklı yetişmenin garantisi diye belirlediği sayıdaki zeytinin, peynirin ve ekmeğin yanı sıra top yumurtayı yediğimizden emin olmak için bizimle oturur ve arkası yarın masallar anlatırdı. Alatlı dedem, adını, köklerini anlatmayı çok sonrakilere bıraktı ve Sarıyer’li yanını tanıttı ilk masallarında bize. Karadeniz’den Marmara’ya arkadaşını arayan yunus Sami’yi, Samsun’dan yola çıkan “defne yaprağı”nı, Torik Erto’yu, Sarıyer’li midye Mahmut’u... hep o tanıttı bize. İstanbul Boğaziçi, Boğaziçi de zaten İstanbul’du. Kardeşim daha bebekken, ben, Sarıyer’den Ortaköy’e tüm “köy”leri sayabilirdim. Oradan sonrası Boğaziçi sayılmıyor muydu, ne, ama ayrıydı. Aynı şekilde “Çınaraltı’nın karşısında Kanlıca, peki, ya RumeliHisarı’nın karşısı?” en sık sorularındandı, dedemin. Haritada Avrupa ile Asya’yı ayıramasam bile, karşı kıyıyı bilirdim.
Çocukluğumda balıklar birbirini kovalayarak geçerdi Boğaz’dan. Sürüler halinde. Lüfer ve babası kofana en iyi bildiklerim. Vahşi balıklardı, elini ısırırlardı balıkçıların. Sürüye denk geldiğinizde Boğaz’dan sadece olta ya da ağla değil, biliyorum inanılır gibi değil ama, kova sarkıtılarak bile çekilirdi balıklar. Balık boldu. Boyacıköy’ün önü sıra uzanan o geniş kaldırımın balık kaplandığı onlarca sefer hatırlıyorum. Kulağına kar suyu kaçtı, lodos vurdu gibi tarifleri vardı insanların. Balığın doğası, insana yabancı değildi. İstavritinden, kofanasına mahallelinin tuttuğu balık yenirdi bir tek istisna, kalkandı. Kalkan, Rumeli Kavağı’ndan ya da Beyoğlu’ndan alınan bir balıktı ve alındığında da çok gelirdi. Büyüktü. Bugünkü gibi “bebek” kalkan falan olmazdı tezgahlarda ve dişisini, erkeğini bilmek, ciğerini ya da yumurtasını isteyip istememek İstanbul çocuğu olup olmadığının tescili gibiydi. Balıkçılar sizi tartarken, kopya falan da vermezlerdi. Kalkan kızartılırdı, palamut gibi ve kokusu günlerce mutfaktan çıkmayacak diye söylenilirdi arkasından. Gene de, balık, bugünkü gibi dışarıda değil, evde yenilirdi ve beraberinde kurulan masa mevsimi birebir yansıtırdı. Istakozundan midyesine, uskumrusundan toriğine herbirinin sadece taze tüketildiği, bayatının, pahalısının bilinmediği o vakitler, lüferle çoban salatası yiyebilirdin belki ama kalkana bir tek kıvırcıkla kırmızı soğan kalırdı eşlik edecek.
Doğasında balık olan, o balığı da tuttuğu zaman yiyen insanlara ne ad verilecek ki? Gurme de denmezdi onlara, yenilenle caka da satılmazdı. Ama anlayacağınız “yemek yemeyi biliyorlar” diye gıpta edeceğiniz hanelerden oluşurdu, Boğaziçi ve sakın ha, dudak bükmeyin bu dediğime! Sakın ha yok canımlamayın ve mevsiminde bir balığın, tutulduğu yerin hemen yanı başında yenmesine içimizin nasıl gittiğini, o tadın sahiciliğine ne fiyat deseler vermeye hazır olduğumuzu hatırlattırmayın bana.
Bununla beraber, Boğaziçi’li, nasıl oldu ben anlamadan ve hepi topu benim yaşamım kadar kısa bir zamanda, kat karşılığı evlerini, bahçelerini sattı. Belediyeden talep edeceğine hizmeti, çöpünü Boğaz’a boşaltarak çözdü derdini. Bir gecede konan “gondu”lara kat çıkma izni karşılığı omuz silkti ve bir gece önceki karartmanın ardından Rum komşuya taş atan oğlunun sırtını “aslanım” diye sıvazlayarak çıkarttı, pek çok başka şeyin acısını. O acıları da asla tarif etmedi. Giden Rum komşuya rağmen. Mahalle çeşmeleri birer ikişer kurudu. Sokak aralarında asılı görmeye alışık olduğum çirozlar, aynı Vita tenekelerindeki cam güzelleri gibi, birer birer yok oldular. Fırınlar ya el değiştirdi, ya da “modern”leşti. Fırınların önündeki sıra da sadece Ramazan’a has bir tecrübeye döndü, marketlerin gelişiyle. Mahalle de beraberinde öldü. Kıyı boyunca sayılacak “köy”ler kalmadı. Kofana da öyle, torik de... hepsi bitti. Ne Akıntı Burnu’nda midye, ne de Arnavutköy’de ıstakoz çıkıyor artık. Mahalleli kalmayınca, zira, bunların tükendiğine hayıflanan da kalmadı. Hızlı hayat, dost sohbetlerini de hızlandırdı ve rakıya bile eşlik etmiyor bu balıkların adı, nerede hasretini çekenlerin ahbaplığı.
Bir zamanlar, benim yaşım kadar kısa bir zaman önce ama geçen yüzyılda, İstanbul’da, İstanbullular yaşarken, Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si ve Müslüman’ıyla, Boğaziçi belirlerdi mevsimi. Balık sürüler halinde birbirini kovalayarak geçerdi İstanbul’un içinden. Çocuklar donlarıyla denize girer, hanımlar çay bahçelerinde güneşlenir, mahallenin boyacısı da balıktan döner dönmez bahar temizliğine yardıma gelirdi.
Evet, o vakitler bahar temizliği çini sobaların sökülmesi, duvardaki islenmiş, pislenmis kısımların silinip yeniden boyanması ve bol miktarda da kıymalı makarna demekti ve günlerce sürerdi.
Evet, o vakitler mazot sıkıntısı vardı, evler soğuktu, caddeler pis ve sokaklar karanlık.
Evet, o zamanlar bir araba alabilmek için sıraya girilirdi, bir buçuk-iki yıl sonra alınacak o arabanın rengini bile seçme şansınız olmazdı.
Evet, döviz taşımak bulundurmak, biriktirmek yasaktı ve yurtdışına iki-üç yılda bir kez çıkılabilirdi.
Doğru.
Bunların hepsi geçen yüzyılda geçti.
Bugün mahallelerimiz yerine apartmanlarımız ve etrafı duvarlarla çevrili, kendimizi kendimizden koruyan sitelerimiz var. Anahtarımızı kimseye teslim etmiyoruz, kızartmaları da bir tabak olsun komşuya vermek aklımıza gelmiyor. Zaten kızartma “ağır”, kızartan da evin çalışanı olunca komşuyu hatırlayacak kadın eli de otomatikman eleniyor. Huzurumuz bozulmasın. Medarı iftaharımız arabalarımıza çocuklarımızı koyup markete gidiyoruz ve İtalyan peynirlerinden, Fransız şaraplarına, yöresel ya da organik ürünlerden en katkılı, en yapay aromalı çerezlere her diyardan lezzeti yüklüyoruz sepetimize. Yeni çıkmış ekmek kokuları salan pastahaneler, en hijyenik kasapların yanı sıra, balıkçılar da var, marketlerin mükemmel aydınlatılmış, defa defa denenip en çok nasıl satılırsa öyle sıralanmış raflarının yanı sıra. Çiflik somonları, levrekleri ve çipuraları alıyoruz artık, İstanbul’da, hem de kaç kilometre öteden geldiğini hiç merak etmeksizin. Tazeliği, Şili üzümünden hallice, oysa. Peşinden kovalayıp besleneceği hamsiyi, istavriti ya da sardalyeyi bulamayan lüfer, daha lüfer olamadan, sarıkanat boyundayken satılıyor bu tezgahlarda ve biz, arada gazetede gözümüze çarparsa, okuyoruz: lüferin de soyu tükeniyor!
Lüfer de tükendiğinde, oysa, Boğaziçi’nden ne kalacak geriye?
“İstanbulluyum” diyen, farkında değilse lüferin ve tasalanmıyorsa hele tükendiğine, İstanbul peki, nerede?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder