15 Kasım 2012 Perşembe

Dağdan İndim Denize - 5

28 Ekim - 2 Kasım Arası Avlar


Meteoroloji sitelerinin hepsinin öngördüğü sert keşişleme nihayet gelmişti. Maalesef korktuğum başıma geldi. Evet, keşişleme ne kadar sert de esse avlandığım bölgede arkamdan estiği için avlanmama engel olmuyor, aksine atış mesafemi uzatıyordu. Buna karşılık bir şekilde balığı da yanında alıp gitmişti. Keşişlemeden önceki günlerde balıkla döneyim veya dönmeyeyim, mutlaka denizde bir hareketlilik oluyordu. Keşişleme esmeye başladı başlayalı ise deniz tamamen kurumuş gibiydi. Bu tarihteki avlarımın çoğunu keşişlemenin hızını azalttığı, yön değiştirdiği veya tamamen yattığı zamanlarda yaptım.

300 gramlık bu yakışıklı lidaki keşişlemenin henüz sertleşmeye başladığı saatlerde sübye ile tutuldu. İster kiloluk olsun, ister avuç içini anca doldursun, bu balığın mücadelesi her şekilde insanı heyecanlandırmaya yetiyor.



Balıktan ümidi kesince, kalamardan yana şansımızı denedik. Rüzgar muhtemelen kalamarın da keyfini kaçırmıştı. İki gece gittiğimiz kalamar avında sabrımızın sınırlarını zorlamamıza karşı gece başına birer kalamarla eve döndük. Kalamarların her birinin yarım kilo civarı olması avımızın tek tesellisiydi.




Madem keşişleme sürdüğü müddetçe balık bana gelmeyecek, bari ben balığa gideyim dedim. Kuşandım elbiseyi, kemeri, attım kendimi denize. Öyle balık vuracağımdan da değil, hiç değilse suda biraz gezinmiş olur, onun da keyfini alırım dedim. Zıpkıncılığın çok üzerine düşmediğimden tecrübe eksikliğim var. Neyse ki vücut yüksek rakım da düşük oksijene alıştığı için apnea (nefes tutma) sürem kendiliğinden gelişmiş. Aslında ne zaman fotograf makinesiyle dalsam zıpkınlık, zıpkınla dalsam fotograflık balıklar karşıma çıkıyor. Bu dalışımda karşıma çıkan minik orfozu, müreni, ahtapotu, eşkinayı fotograflamayı çok isterdim. Zıpkınlamayı ise aklımdan bile geçirmedim zaten. Herhalde bunun mükafatı olacak, deniz ana tam çıkacakken cebime güzel bir mırmır koyup beni boş göndermedi.


Ve belki de, en şanssız günüm, aynı zamanda tatilimin en mutsuz günü... Karakoldaki güzel kızım, canım köpeğim Çakıl'ın bir yılan tarafından sokulması sonucu hayatını kaybettiğini öğreniyorum. O an dünya başıma yıkılıyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Evde olmak istemediğim kesin. Kendimi en çok ait hissettiğim yere gitmek istiyorum o an. Elimdeki olta sadece laf olsun diye. Rüzgar keşişlemeden batıya dönmüş, deniz sanki karadan hıncını almak istercesine dövüyor kıyıyı. Yatık havalarda olta attığım yer suların altında. Deniz olta atacak yer dahi bırakmamış. Ayaklarımın su içinde olmasını umursamadan atıp çekiyorum sürekli. Rüzgar adamı güreş tutarcasına silkeliyor. Atıyorum, çekiyorum. Atıyorum, çekiyorum. Atıyorum... Çekemiyorum. Rüzgar atış esnasında sahteyi savurdu da ilerideki teknelerden birinin tonoz ipine mi takıldı yoksa? Oltayı şöyle bir tartıp, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Hayır, ip değil balık bu. Tartma sırası balıkta... Sanki oltam bir motorun uskuruna dolanmış gibi hem yürüyor, hem de art arda darbe alıyor. Kalama sessiz... Saniyeler içinde olup bitiyor her şey. Kamış, makine bende, misina, sahte onda paylaşıyoruz takımı. Hiçbir şey olmamış gibi çekiyorum takımı. Üzüntünün üzerine üzülecek halim yok ya. Yine de bir durup düşünüyorum nerede yanlış yaptım diye. Kalamadan ses gelmediğini, oltanın elimde fırlayacak gibi olduğunu anımsıyorum hemen. Evden çıkmak üzereyken makinedeki ip sarılı kafayla misina sarılı olan kafayı değiştirdiğimi hatırlıyorum. Değiştirmesine değiştirdiğimi hatırlıyorum da, değiştirdikten sonra kalamayı ayarladığımı bir türlü hatırlayamıyorum. Zaten böylesine büyük bir hataya rağmen alabilseydim o levreği, balığa olan saygım azalırdı diye geçiriyorum içimden. Misinaya yeni bir klips bağlayıp, ucuna yeni bir sahte takıyorum. Aklım Çakıl'da. Rüzgar sahteyi savurup bir açıkta tonozlu teknenin içine atıyor. Takımı koparıp dönüyorum eve.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder