29 Aralık 2013 Pazar

İstanbul: Sükût-ı Hayal


İstanbul... İki kıtanın birleştiği, tarihteki nice imparatorluğun başkenti... Tarih boyunca herkesin sahibi olmak adına savaştığı, ama en sonunda ait olduğu, taşı toprağı altın diye gelenlerin toprak olduğu şehir... Asaletinin ve zarafetinin ardında acımasız ve vahşi bir yüz saklayan bu şehir, her zaman ona uzak olanların rüyalarını süslemiş, içindekilere ise kabuslar yaşatmıştır. Günümüzde de İstanbul her yıl binlerce insanı bir yandan kendisine çekmeye devam ederken, diğer yandan içinde yaşayanları hayat pahalılığından, trafik sorununa dek birçok sorunla bunaltmaktadır. İstanbullular dünyada çok az şehre nasip olan güzellikleri ve imkanları elinin altında barındırıyor olmasına rağmen, çok küçük bir azınlık bu olanakların keyfini sürmektedir. Nitekim bugün İstanbul'un ücra semtlerine gittiğinizde yıllardır Boğaz'ı görmemiş, Adalar'a hayatında hiç gitmemiş insanlarla karşılaşmanız söz konusudur.


İstanbul'un bahsetmiş olduğum genel karakteri, denizine de yansımıştır. Masmavi akan bir nehir gibi şehri ikiye bölen Boğaz ve altın bir gerdan gibi tarihi yarım adayı süsleyen Haliç, İstanbul'a dünyada denizin hiçbir şehre katamadığı bir güzelliği armağan eder. Koskoca Karadeniz'in daracık bir kanala dönüşerek Akdeniz'e açıldığı bu koridor dünyanın en önemli göç yollarından birisidir. Nitekim İstanbul Boğazı ve Haliç'in bereketi antik dönemlerden bu yana İstanbul'un can damarlarından birisi olmuştur. Balık kokusu, denizle sarmaş dolaş olan bu şehrin içine işlemiştir. Ne var ki geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında kontrolsüz ve kuralsız biçimde büyüyen şehrin ilk kurbanı da denizler olmuştur. Altın boynuz lakabını gün batımında sularının altın sarısı renge dönmesinden alan Haliç'in suları çamur sarısına dönmüş, balık ve yosun kokusunun yerini çürümüş yumurta kokusu almıştır. Yerli balıklar neredeyse tamamen kaybolmuş, göç balıkları ise sadece mecbur oldukları için Boğaz'dan uğraksız geçer hale gelmiştir. Bir zamanların adı balıkla özdeşleşen şehrinin eski günleri çoktan mazide kalmıştır. Biraz abartılı bir yorum gibi görünse de, İstanbul bugün bir amatör kıyı balıkçısının hobisini icra etmesi açısından denize kıyısı olan en elverişsiz şehirlerden biri haline gelmiştir.





Peki, çok değil, otuz sene içinde, uskumruların çaparileri süslediği, orkinosların, kılıç balıklarının devriye attığı günlerden, istavrit ve çinekopa şükür ettiğimiz günlere nasıl geldik? Nüfus artışı kuşkusuz bu sorunun kalbinde yer alıyor. Bir şehrin nüfusunun artması aynı zamanda o şehrin ihtiyaçlarının ve atıklarının da artması anlamına geliyor. Avcılık baskısı ihtiyaç listesinin en başında gelen yemek ihtiyacının doğrudan bir sonucu. Her geçen yıl balık sayısı azalırken, balıkçı sayısı buna ters orantılı olarak artıyor. Bugün İstanbul genelinde her gün amatörüyle, profesyoneliyle binlerce insan balık peşinde koşturuyor. Elbette profesyonellerin, daha spesifik olmak gerekirse gırgırların verdiği zarar çok daha büyük. Daha Boğaz'a girer girmez tepesine gırgırların hücum ettiği balık bu dar kanaldan, tuzağa düştüğü güdüsüyle bir an önce kurtulmaya çalışıyor. Bu durumun yarattığı stres nedeniyle beslenme ikinci planda kalıyor. Doğal olarak da özellikle lüfer, palamut gibi göç balıkları Boğaz'da fazla oyalanmadan akıp geçiyor. Karadeniz'de çapariye dahi vuran balığın, Boğaz'a girdiğinde canlı zarganadan başkasına dokunmamasının başka kolay açıklanabilir bir izahı olduğunu düşünmüyorum.


Haliç 1980'lerin sonu
Her ihtiyaç giderildikten sonra ise ortaya bir "atık" çıkıyor. Yemek ihtiyacının oluşturduğu atıklar denizler ile evsel kaynaklı kanalizasyon olarak, diğer gündelik birçok ihtiyacın yan ürünü ise endüstriyel atık olarak denizlerle buluşuyor. Kirlilik sadece gözle görülen boyutla da sınırlı kalmıyor. Ulaşım ihtiyacı gürültü kirliliği yaratarak İstanbul Boğazı ve çevresini dünyanın en gürültülü su yollarından birisi haline getiriyor. Sonuç olarak kaynağı ne olursa olsun her türlü kirlilik hem yerli balıkları, hem göç balıklarını olumsuz etkiliyor.


Balık türlerinde ve sayısındaki azalmanın yanı sıra, bazı balık türlerinin zaten Boğaz ve çevresinde az olması da İstanbul'da kıyı avcılığını kısır kılan nedenlerin arasında yer alıyor. Çok güçlü akıntıları ve dik yamaçları ile bir sualtı kanyonu özelliğini taşıyan İstanbul Boğazı birçok balık türünün yerleşip, yayılması için sanılanın aksine çok da elverişli bir bölge değil. Güçlü akıntıya karşı tutunmak daha fazla enerji tüketmek demek. Balık büyüdükçe akıntının gücüne maruz kalan yüzey alanı da büyüdüğü için gerekli enerji daha da artıyor. Bu nedenle trofe sayılabilecek balık türlerini göç zamanları dışında Boğaz ve çevresinde ancak belli başlı batıkların çevresinde ve akıntısı daha zayıf koylarda bulmak mümkün olabiliyor.

İstanbul Boğazı'nın sular çekilse nasıl olacağına dair bir ilüstrasyon

Birçok balık türü avlanmak için sığ suları tercih eder. Avcı balıklar bu sığ sularda küçük balıkları, derin sulardakine göre çok daha rahatlıkla sıkıştırabilme imkanı bulur. Lüfer ailesinin iri bireyleri de avını sığ sulara sıkıştırıp avlamayı seven balıkların başındadır. Ne yazık ki lüferin bu şekilde avlanabileceği koyların çoğu bugün gırgırların işgali altında. Bu alanların aşırı baskı altında olması lüferin Boğaz'da yemlenmesine ve oyalanmasına engel oluyor.

İstanbul'da balık tutmanın keyfini kaçıran "balıksızlık" dışında başka etkenler de var. Türkiye'nin her yerinde olduğu gibi İstanbul'da da balık tutmaya olan ilgi gün geçtikçe artıyor. Kıyı balıkçılığının pahalı bir hobi olmaması, her kesimden insanı bu hobiyi en az bir kere olsun denemeye teşvik ediyor. Ancak asıl sorun kalabalığın kendisinden ziyade, içinden çıkan çürük elmalardan kaynaklanıyor. Çevresine ve avına saygısı olmayan insanlar ile değil beraber avlanmak, yan yana bulunmak dahi insanın hevesini silip süpürüyor.

Bir de tüm bu olumsuzluklar yetmezmiş gibi İstanbul'da balık tutmanın apayrı bir zorluğu söz konusu. İstanbul Boğazı'nın akıntılı ve derin sularından balık çıkarabilmek herkesin ilk seferde becerebileceği bir iş değil. Balığın kıyıya yanaştığı dönemlerde bu nispeten daha kolay bir iş. Ancak Boğaz sularının soğuyup, balığın alt suya indiği vakit kimi zaman 200 gram üstü kurşun ile 100 metre üzeri mesafeden ve metrelerce derinlikten balık çıkarmaya çalışmak insanın fiziki limitlerini zorlayabiliyor. Hele ki gelen balığın çoğu zaman kurşunun ağırlığından daha hafif olduğunu düşündüğünüzde yaptığınız avı sorgular duruma geliyorsunuz.



Ancak her şeye rağmen İstanbul yine de zaman zaman sürprizler yapmayı seviyor. Bu kimi zaman Sarayburnu'ndan çıkan adam boyu bir granyoz oluyor, kimi zaman Arnavutköy Akıntı Burnu'ndan çıkan baba bir levrek oluyor, kimi zaman kovalardan taşan kilolarca lüfer, palamut oluyor. Eski günlerinden uzak olsa da İstanbul'un dört yanını çeviren denizler halen İstanbul'un taşıdığı en değerli hazineler. Bu hazinelere sahip çıkmak, onları eski günlerine döndürmek ancak bizim duyarlılığımızla mümkün olabilir.

3 yorum:

  1. Çok güzel özetlenmiş.

    YanıtlaSil
  2. bu fotoğrafları atan değerli kardeşim sana bir kaç soru sorabılırmıyım çok önemli rica etsem

    YanıtlaSil
  3. bu fotoğrafları atan değerli kardeşim sana bir kaç soru sorabılırmıyım çok önemli rica etsem

    YanıtlaSil