Son dönemde işlerimin yoğunluğundan ve adam akıllı balığa çıkamamamdan dolayı hazırdan yiyorum. İşler rayına oturup, bana hem balığa çıkacak, hem de yazı yazacak zaman kalana kadar bir süre daha konserveleri açmaya devam edeceğim. Bugün de yine dört sene öncesinden bir yazıyı ısıtıp servis ediyorum. Umarım keyif alırsınız.
---
Her işte bir hayır vardır derler...
Sahte balığım daha ilk atışımda baş üstünden kıyıya tonozlamış teknenin halatına takıldığında içimden bir ses bunu diyordu. Gecenin 3'ünde eve girmiş, vaktinde uyanamama korkusuyla uyumamış, saat 5 civarında hava henüz aydınlanmadan her zamanki avlağımda yerimi almıştım.
"Bu sayede belki başka avlağa gider, orada balığı bulurum" diye düşündüm. Ama önce zifiri karanlıkta denize girip oltamı takılı olduğu yerden kurtarmam gerekiyordu. Ne kadar gece denize girmekten korkmasam da, etrafta in cin top oynarken, kapkaranlık suya girme fikri çok hoşuma gitmiyordu. Hava aydınlanana kadar burada öylece bekleyecek halim de yoktu. Kaderime razı olup göğüs hizama kadar gelen suya girdim ve oltamı kurtardım. Hazır suya girmişken olduğum yerden birkaç atış yapmaya karar verdim. Açığa yaptığım ikinci veya üçüncü atışta balık sert kafa darbeleriyle oltanın ucundaydı. Sakin ve sorunsuzca balığı kendime yaklaştırdım. Ancak tam balığı alacağım derken bedenin sonundaki klips kamışın uç halkasına takıldı. Suda olduğum için balığı elimle almak durumundaydım ama balık oltanın bedeninden faydalanarak bana yaklaşmıyordu. En sonunda balığı bu şekilde alamayacağımı anladım. Oltayı suya batırdım, bedene eriştim, balığı kafasını sudan çıkartmamaya özen göstererek kendime çekip yakaladım.
Onunla ilk tanışmamız, çiftlik balığı olarak tezgahlarda yerini almasından öncesine dayanıyordu. Büyüdüğüm, balıkçılığı öğrendiğim sahil kasabasının balıkçı tezgahlarında nadiren görünürdü. Ama göründüğünde tezgahtaki palamutlar, lüferler tüm ihtişamını kaybeder, yanında adeta bir istavrit gibi sönük kalırlardı. Bahsettiğim balıklar en ufağı 8-9 kilo olan Karadeniz levrekleriydi. Ama bu balıklar senede sayılı defa tezgahta boy gösterir, bunun dışında trofe boyutlarda olmayan levreklere rastlamak mümkün olmazdı. Yakaladığım onca lüfer, palamut arasında bir gün o levreklerden birini denk getirmek en büyük hayalimdi. Kıyı yollu sırtı çekerken gelen her vuruşta içimde bir umut doğar, gelenin lüfer veya palamut olduğunu gördükten sonra içimdeki umut, buruk bir mutluluğa dönüşürdü. Onca sene ne yaptıysam ne ettiysem olmadı, Karadeniz'den levrek çıkarmayı başaramadım.
Elimde tuttuğum balık çocukluğumda balıkçı tezgahlarında gördüğüm ebatta olmasa da, onca senelik hayalimin sonucuydu. Aynı avlaktaki ısrarlarım sonucu belki de umudumun en az olduğu, beklentimin en düşük olduğu zamanda çıkagelmişti. Orada olduğunu en başından beri hissediyordum, denedim, sabrettim ve aldım.
Balığı karaya bıraktıktan sonra at çeklere devam ettim. Birkaç atış sonrasında balık yine oltanın üstündeydi. Biraz mücadeleden sonra kendini iğneden kurtardı ve uzaklaştı. Hedefime çoktan ulaştığımdan en ufak bir üzüntü hissetmedim. Güneş artık etrafı aydınlatmaya başlamıştı. At çeki bırakıp yemli oltaya döndüm. Ne de olsa gelirken aklımda iri çupralar vardı. Denizden madya topladım. Bu mevsimde kıyılarda harami balıklar çok olacağı için madya, kalamar gibi dayanıklı yemler kullanmakta fayda vardır. Ancak benim iğnelere taktığım madyalar saniyeler içinde oltadan süpürülüyordu. Geçen sene başıma bela olan ufak balıklar bu sene işin dozunu kaçırmışlardı. Güneşin de iyiden iyiye yakmaya başlamasıyla avı bitirdim.
İlerleyen günlerde at-çek ve yemli avlarıma devam ettim. 3. günün sabahı, yine güneş doğmadan yaptığım denemelerde oltama iki minik ahtapot misafir oldu. İkisini de incitmeden evlerine gönderdim. Yemli avlarda ise hüsrana uğradım. Kaydadeğer hiç balık alamadım.
Son günümde rüzgarın biraz azalmasını fırsat bilerek denize çıktım. Buna rağmen dalgadan dolayı koyun dışına çıkabilmek mümkün olmadı. Ben de koyun içinde yemli olta ile avlandım. Kullandığım mamunlar çok bayat olduğu için verimli bir av yapmak mümkün olmadı. Tek tük çektiğim karagözlerin arasında oltam bir ara dibe takılır gibi oldu. Oltayı biraz zorlayınca dipten kurtardım, ancak oltadaki ağırlık devam ediyordu. Gelenin ahtapot olduğu belliydi. Kısa bir mücadelenin sonunda ahtapotu küpeşteden kepçeledim. Bir ara gözümde ahtapot ızgarası canlansa da, bu güzel canlıya kıyamayıp denize iade ettim.
İlk günkü avın bana denizin hoşgeldin hediyesi olduğunu biliyordum. Daha önceki gelişlerimde de hep güzel balıkları geldiğim akşamın hemen ertesi sabahı almış, sonraki günlerde ise çabalarım sonuç vermemişti. Nitekim bu sefer de ilerleyen günlerde hayalini kurduğum avların hiçbirini gerçekleştiremedim. Canlı yem ile uzun olta planım dinmek bilmeyen sert poyraz nedeniyle, kıyıdan gerçekleştirmeyi düşündüğüm çupra ve melanur avlarını ise balığın merada bulunmaması sebebiyle yapamadım. Halbuki hiçbir şey avlayamasam bile geçen sene iskeleden yaptığım melanur avlarını garanti görüyor, sadece bu av için tatili dört gözle bekliyordum. Balık olmamasının yanı sıra iskelede balık tutmanın da yasaklandığını öğrendim. Yasağın sebebini bir belediye görevlisine sorduğumda olta atma bahanesiyle iskeleye gelenlerin iskeleyi ve denizi pislettiğini söyledi. Kendisine neden balık tutmayı yasaklamak yerine, etrafa ve denize çöp atmayı yasaklamadınız diye sordum. İşin bu yanı pek düşünülmemiş olacak ki, yine aynı cevapla karşı karşıya kaldım. Tatmin edici bir cevap almanın mümkün olmadığını görüp konuyu uzatmadım. Ancak maalesef belediyenin haklı olduğu bir nokta var ki, o da sadece Bodrum'da değil, Türkiye'nin hemen her yerinde birçok balıkçının arkalarında birçok çöp, yem ve artık olta malzemesini bırakarak gittiği gerçeği. Balıkçıyım diyenin her şeyden önce doğaya saygılı olması, canlılara zarar verebilen ve çevrenin görüntüsünü bozacak her türlü davranıştan kaçınması gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder