Baharın gelişine hiç bu kadar sevinmemiştim. Kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırmak gibi kötü bir üne sahip olan Mart ayının da çıkmasıyla birlikte bahar mevsimi kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Baharın gelmesiyle birlikte karadaki mucizevi değişimin bir benzeri de denizin altında yaşanıyor. Havanın ısınması, çiçeklerin açması, parkların rengarenk lalelerle bezenmesi bir yana beni asıl sevindiren denizin altındaki değişim oldu. Yaklaşık 3 aydır balıktan uzak kalışımın sıkıntısını geçtiğimiz günlerde Samsun'da gerçekleştirdiğim keyifli zargana avıyla atmıştım. Mart ayının son günlerine denk gelen senelik iznimin Kocaeli'de ailemle geçireceğim kısmı ise İzmit körfezinde av yapmak için güzel bir fırsat olabilirdi. Özellikle son bir kaç yıldır bahar ayları İzmit körfezinde son derece bereketli geçiyor. Bu berekette, arıtma tesislerinin kurulmasıyla birlikte körfez sularının temizlenmesinin ve körfezde gırgır avcılığına getirilen yasağın etkili olduğunu düşünüyorum.
Bir önceki sene Mart sonlarına doğru Gölcük'te 2.5 g'lık zokayla aksiyon verdiğim silikon kurtlarla bereketli azman istavrit avları yapmıştım. Hatta kısa bir dönemle sınırlı kalan denemelerimde aynı yöntemle bir kaç iri mırmır ve baltabaş karagöz yakalama şansı da bulmuştum. Sadece iki gününü Kocaeli'de geçirebilecek olsam da bu seneki iznim de geçen sene güzel balık aldığım döneme denk geldiği için heyecanlıydım. Kocaeli'deki iznimin ilk gününü olta atmadan, işlerimi halletmeye ve ailemle ilgilenmeye ayırdım. İkinci günün akşamı ise 10:30'daki otobüs saatimden önce olta atmak için 1-2 saat vaktim kalmıştı. Bu vakit aralığında bir önceki sene aynı dönemde yaptığım avlardan edindiğim tecrübelere istinaden hafif zokalar ve silikon kurtlarla deneme yapmaya karar verdim.. Hedefimde her biri 200-500 g arasında değişen bu bölgeye özgü azman istavritler vardı. Eğer şanslıysam aynı yöntemle iri bir mırmır, karagöz ya da levrek de yakalayabilirdim. Her balık değerlidir ama ne zaman bu bölgede aynı yöntemle avlansam gönlümden iri bir mırmır yakalamak geçer.
Otobüs saatinden önceki hazırlanma zamanımı da hesaba katarsam balıkta oyalanmak için 1-1.5 saatlik bir vaktim vardı. Bu bölgede balığın hangi saatte vurmaya başlayacağı belli olmadığından bu süre zarfında güzel bir şeyler yakalayabilmeyi umuyordum. Akşam hava karardıktan sonra saat 8 gibi önceden verim aldığım bir iskeleden olta atmaya başladım. Pembe renkli silikon kurta aksiyon vermek için kullandığım zokamı kıvrık palalı bir kancaya 1.5 g'lık kıstırma kurşun ilave ederek kendim hazırlamıştım. Aklımda azman istavritten çok mırmır olduğu için silikon kurtu dibe yakın yüzdürerek aksiyon veriyordum. Henüz ikinci atışımı yapmıştım ki sağlam bir vuruş aldım. Oltanın ucundaki balığın kafa atışlarından istavrit olmadığını hemen anladım. Kısa bir mücadeleden sonra güzel bir mırmır tüm asaletiyle suyun üstünde yatıyordu. Kepçe kullanmaya gerek görmeden balığı dikkatli bir şekilde iskeleye aldım. Vaktim çok kısıtlı olduğu için balıkla çabucak bir kaç fotoğraf çektirip tekrar oltamı salladım. Balıksız geçen uzun kış aylarından sonra bu fırsatı iyi değerlendirmeliydim. Bu arada ilk balıktan sonra kendi hazırladığım 1.5 g'lık zokaya bir kıstırma daha ilave ederek 3 g'a dönüştürdüm. Amacım silikonu daha kolay dibe indirerek dipte aksiyon vermekti. Bir kaç atış sonra dipte sağlam bir vuruş daha aldım. Şansıma ikinci balık da ilk yakaladığım balık gibi 600 g civarı bir mırmırdı. Peş peşe iki mırmır yakaladığıma göre dipte kalabalık bir sürü olmalıydı. İçimden bir ses bu avın bereketli geçeceğini söylüyordu.
Üçüncü vuruşta yakaladığım balık sert kafa darbeleri vurmak yerine düz bir şekilde sağa sola yüzüyordu. Mırmır olmadığı belliydi. Mücadele şeklinden anladığım gibi 250 g civarı yakışıklı bir azman istavriti zorlanmadan dışarı aldım. 15 dk içinde 3 güzel balık yakalamanın verdiği keyifle ava devam ettim. Dördüncü vuruş diğerlerinden çok daha kuvvetli oldu. Kaloma açmasına bakılırsa oltanın ucundaki çok iri bir mırmır, eşkina ya da karagözdü. Birkaç fişeklemenin ardından yorulup yüzeye yaklaşan balık gücünü toplayıp tekrar dibe fişeklediyse de sonunda iyice yorulan balığı yüzeye çıkararıp kepçelemeyi başardım. 800-900 g arası koca kafalı bir mırmırdı bu. Dördüncü balıktan sonra keyfim iyice yerine gelmişti. Çok kısa süre içinde 3 iri mırmır ve 1 azman istavrit almıştım. Artık yarım saat daha olta atıp avdan gönül rahatlığıyla dönebilirdim.
Son yarım saat içinde 4 azman istavrit daha yakalayıp avı sonlandırdım. İlk defa LRF yöntemiyle bir avda birden fazla mırmır yakalıyordum. Bu kadar kısa süre içerisinde böylesine keyifli ve bereketli bir av yapmanın verdiği mutlulukla otobüsüme yetişmek üzere evin yolunu tuttum.
Elimi teke kovasının içine daldırıp yakaladığım irice bir tekenin kafasını koparıp kabuğunu soydum. Tekenin içinden çıkan fasulye tanesi büyüklüğündeki şeffaf eti tahtanın üzerinde maket bıçağıyla dilimledikten sonra küçük bir parçasını, incecik bir misinanın ucuna özenle bağladığım sinek kancasına taktım. Hemen önümdeki berrak suyun altında, istavritler rıhtım duvarına paralel devriye geziyordu. Teke içiyle yemlediğim şeytan oltasını önüme bırakıverdim. Hava rüzgarsız, deniz süt liman olduğu için takıma kurşun eklemeye gerek görmemiştim. Kurşunsuz takımın ucundaki yemin ağır ağır dibe batışını seyretmeye başladım. Yem yarım metre kadar dibe inince istavritler yemi fark edip hamle yaptı. İçlerinden en irisi yemi vakumlayarak tek hamlede yuttu. Artık göremediğim yemin balığın ağzında olduğunu biliyordum. Hafifçe bir tasma vurunca balık yan yatıp ayna gibi parladı. Kocaman ağzını açıp ne olduğuna anlam veremediği şeyden kurtulmak için mücadele eden balığı zorlanmadan dışarı aldım. Avucumun içinde sımsıkı tuttuğum, bir karıştan biraz büyükçe olan istavritin ağzından kancayı çıkarırken yine o kendine özgü sesi çıkardı. Çırpındıkça kuyruk kısmındaki plak pulları avucumun içini yırtsa da, ellerim zaten zımpara yüzeyine dönmüş olduğundan umursamadan balığı kovaya attım. Yarısına kadar istavritle dolu kovanın içinden, son yakaladığım balıkların kuyruk darbeleriyle dışarı sıçrayan sulara aldırış etmeden kancaya yeni bir yem takmaya koyuldum...
2001 haziranında yaşadığım bu avın anısı da şeytan oltasıyla yaptığım bir çok avın anısı gibi hafızama kazınmış durumda. Bana hayatımın en keyifli avlarını yaşatan şeytan oltası, beden misinasının ucuna bağlanmış tek bir adet kancadan oluşan çok basit bir olta takımıdır. Basit olmasına basittir ama bu takımın marifetleri büyüktür. Şeytan oltasıyla tatlısuda ve denizde hemen hemen her türlü balığı yakalamak mümkündür. Doğru zamanda, doğru yerde ve doğru yemle kullanıldığı taktirde en avcı takımlardan biridir. Benim de çocukluğumdan bu yana en çok kullandığım ve keyif aldığım takımdır.
Şeytan oltası, kancaya taktığımız ölü ya da canlı yemin, en doğal şekilde dibe batmasına veya yüzmesine olanak verir. Şeytan oltasında balığı rahatsız edebilecek hiç bir aksesuar yoktur. Bir takım ne kadar basit ve doğalsa o kadar avcıdır. Şeytan oltasının tek kancalı basit bir düzenek olmasının diğer bir avantajı da takım üzerinde misinanın mukavemetini etkileyecek fazlaca düğüm olmamasıdır. Bir takımı oluşturan misina üzerindeki en zayıf yerler kanca, fırdöndü veya kösteklerin bağlandığı düğüm noktalarıdır. Misina herhangi bir yerinden aşırı zedelenmemiş ise haddinden fazla zorlandığında kopacağı yer düğüm noktalarından biridir. Bu sebepten dolayı takım hazırlanırken beden misinası olarak köstek misinalarından daha kalın misinalar kullanılır. Şeytan oltası ise tek bir kancadan ibaret olduğundan tüm takımın kalınlığı aynıdır. Bu sayede balığı çekebilecek minimum kalınlıkta misina kullanabilmemize olanak sağlar.
Şeytan oltası genellikle balığın kıyıya yaklaştığı, çok derin olmayan yerlerde kullanılır. Rıhtım, iskele ve mendirek kayalıkları şeytan oltasıyla avlanmak için en uygun yerlerdir. Bu gibi yerler midye ve diğer besinler yönünden zengin olduğundan bir çok balık türünü kıyılara çeker. Marmara ve Karadeniz'den örnek verecek olursak, bir iskelenin midyelerle kaplı ayakları, istavrit, izmarit, lapin, kikla, ispari, mırmır, sivriburun ve baltabaş karagöz, yazılı hani, eşkina, levrek, kefal, iskorpit ve gelincik gibi bir çok balık türüne ev sahipliği yapar. Böyle bir yerde hemen altımızda dolanan balıkları yakalamanın en keyifli yolu şeytan oltasıdır. Hedeflenen balığa göre teke, mamun, midye, kurt ya da ekmek içiyle yemlenen şeytan oltası yemin ağırlığıyla bir kaç metre ileriye atılarak ağır ağır batması beklenir. Karakterine göre balık suyun her hangi bir katmanında yeme vurabilir. Balığın vurduğunu hisseden balıkçı direk tasmalamak yerine bir miktar boşluk vererek balığın yemi tamamen yutmasını beklemelidir. Balık ağzında yemle birlikte ilerlerken misinanın balıkçının parmaklarının arasından akması apayrı bir keyiftir.
Şeytan oltasında kullanılan misina ne kadar ince olursa avın verimi ve heyecanı o kadar artar. 2 kg'ye kadar olan levrekleri yakalamak için 0.18 mm'lik misina yeterli olacaktır. Ancak çok ince şeytan oltalarıyla avlanırken balığa misina koparttırmamak için dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Öncelikle, balıkla mücadele ederken şeytan oltasını kullanmayı iyi bilmek gerekir. Misina parmaklarımızın arasında balığı yoracak kadar sert, misinanın aşırı gerilip kopmasını engelleyecek kadar yumuşak tutulmalıdır. Balık fişeklediği zaman balıkçı çekmek yerine misinayı hafifçe tutarak parmaklarının arasından akmasına müsaade etmelidir. Balık yorulduğunda ise her an fişekleme ihtimaline karşın misina çok sıkılmadan ağır ağır çekilmelidir.
Şeytan oltasında kullanacağımız misinanın seçimi de çok önemlidir. Bence şeytan oltası için misina seçimindeki en önemli kriter düğüm mukavemetidir. Düğüm mukavemeti kötü olan bir misinanın kancanın bağlandığı düğüm noktasından kopma ihtimali yüksektir. Ben her zaman misina seçimi yaparken alış veriş yaptığım dükkan sahibinden istediğim bir adet kancayla misinanın düğüm mukavemetini test ederim. Şayet misina vurdurmadan yavaş yavaş kuvvet uyguladığımda düğüm yerinden kopmuyorsa satın alırım. Düğüm mukavemetini etkileyen bir diğer faktörse düğüm tekniğidir. Çok ince takımlarla avlanırken düğüm mukavemetine en az etki eden düğümler tercih edilmelidir. Düğüm sıkılmadan önce tükürükle ıslatıldıktan sonra sıkma işlemi yavaşça yapılmalıdır. Bu sayede üst üste binen misinanın sürtünmenin etkisiyle ısınarak birbirini kesmesinin önüne geçilmiş olur. İnce takımlarla avlanırken tasmalama hareketini çok sert yapmaktan da kaçınılmalıdır. Aksi taktirde zaten ince olan misina tasmalamanın kuvvetiyle düğüm yerinden kopabilir.
Bütün bunlara dikkat edildiği taktirde incecik takımlarla gayet büyük balıklar yakalamak mümkündür. Şeytan oltası, özellikle levrek ve kefal gibi kalın misinayla avlanması güç olan balıkların avında büyük avantaj sağlar. İnce misina kullanmak bir çok durumda avantaj sağlasa da bazı balıkların avında risklidir. Örneğin eşkina ve karagöz gibi bazı balık türleri oltaya yakalandıklarında nispeten fazla mücadele verdikleri ve mücadeleleri esnasında en yakın mağaraya kaçma eğilimi gösterdikleri için misinaya boşluk vererek balığı yormaya çalışmak risklidir. Balığın misinayı kayalara kestirerek koparmasını önlemek için bir an önce yukarıya çekilerek dipteki kayalardan uzaklaştırılması gerekir. Bu yüzden bu tür balıkların avında aşırı ince misina kullanmaktan kaçınılmalıdır. Şimdiye kadar şeytan oltasıyla yapmış olduğum avlarda 0.18 mm'lik takımla 2.7 kg ve 0.20 mm'lik takımla 4 kg ağırlığında levrekler yakalamayı başarmış olmama rağmen, çok sefer 1 kg civarı karagözlere 0.28 mm'lik takım koparttığım olmuştur.
Hafif rüzgarlı havalarda ve akıntılı sularda şeytan oltasıyla avlanırken kancanın 1-2 karış gerisine çok ağır olmayan kıstırma kurşunlar ilave edilebilir. Kafadan alınan aşırı rüzgarlı havalarda ve akıntının çok şiddetli olduğu zamanlarda ise şeytan oltasıyla avlanmak güçtür. Şeytan oltası ve tekeyle levrek peşinde koşmayı planlayanlar için ufak bir hatırlatma yapmakta fayda görüyorum. Geçmiş avlarımdan edindiğim tecrübelere göre levrek avında kullandığımız teke ne kadar iri ve hareketliyse levreğin dikkatini o kadar fazla çekiyor. Bu nedenle gereğinden fazla büyük kancalar kullanmaktan ve kancayı tekenin hareketini kısıtlayacak şekilde takmaktan kaçınılmalıdır.
Rüzgar, hem dostu, hem düşmanıdır balıkçının. Yeri gelir, denize savurduğunuz oltayı başınıza çalar, misinanızı dolaştırır, teknenizi dalgaların arasında fındık kabuğu gibi sallayarak hayatınıza kasteder. Kimi zaman da oluşturduğu akıntılarla göçlere yön verir, dalgalarıyla kıyıyı dövüp balıkların avlanma içgüdülerini tetikler. Özetle, bir balıkçının en büyük ikilemidir rüzgar.
İlk günkü balığın ardından gelen sonuçsuz takipler ve ufak ispendekler yavaştan keyfimi kaçırmaya başlamıştı. Sahteyi takip eden balıkların da kabarttığı sudan ve zaman zaman suyun dışına çıkan sırt yüzgeçlerinden pek iri olmadıklarını tahmin edebiliyordum. Kafamda ilk gün gelen balığın tesadüf olduğu, avlaktaki genel nüfusun küçük ispendeklerden oluştuğu yönünde bir kanı belirmişti. Ancak denemekten asla vazgeçecek değildim. Akşam gün batımına az kala yine deniz kıyısına indim. Sabah avdan dönerken başlayan esinti gün içinde palazlanıp kuvvetlenmiş, akşam vakti fırtına şiddetine ulaşmıştı. Batı yönlü esen hava, açıktan getirdiği dalgaları neredeyse göl kadar kapalı koya engel tanımadan sokuyordu. Levrek avında rüzgar ve dalganın önemi yadsınamaz, ancak tam karşımdan olanca şiddetiyle esen rüzgar da olta atmayı hemen hemen imkansız hale getiriyordu. Buna rağmen bir kaç deneme yaptım. Rüzgarı karşıdan aldığınız durumlarda atış stilinizi değiştirmeniz gerekir. Rüzgarsız koşullarda en ideal atış deniz yüzeyine 45 derecelik açıyla yapılan atışlardır . Bu açının dik bileşeni sahtenin havada kalma süresini uzatır, yatay bileşeni ise sahtenin havada kaldığı süredeki hızını belirler. Eğer rüzgarsız havada yatay bileşeni artırıp açıyı küçültürseniz sahtenin havada kaldığı süreyi kısaltır, sonuç olarak sahtenin yatay hızı tükenmeden denize düşmesine neden olursunuz. Tam tersi durumda ise dikey bileşeni büyütüp sahteyi havaya dikersiniz. Bu durumda ise kuvvetin yatay bileşeni az geleceğinden sahte havada geçirdiği süre içinde fazla mesafe kat edemez ve yakınınıza düşer. Ancak rüzgar işin içine girdiğinde işin şekli bir parça değişir. Rüzgarın karşınızdan geldiği durumlarda, rüzgar sahtenin yatay kuvvetine karşı koyar, bu nedenle 45 derece kuralı rüzgarlı havalarda geçerli değildir. Bu gibi durumlarda rüzgarın kuvvetine bağlı olarak atışınızın açısını düşürmeniz ve yatay hızı arttırmanız gerekmektedir. Rüzgar yatay hızı azaltacağından sonuç olarak yine atışın dikey bileşeniyle, yatay bileşeni eşitlenecek ve ideal açıyı yakalamış olacaksınız. Rüzgarın arkanızdan geldiği durumlarda ise rüzgarın yatay kuvvetinden yararlanacağınız için sahtenize biraz daha dikey kuvvet uygulayarak daha büyük açıyla atış yapmanız menzilinizi arttıracaktır. Ancak bazı durumlar vardır ki, siz ne şekilde atış yaparsanız yapın, rüzgar sizin avlanmanıza veya keyifli av yapmanıza müsade etmez. Bu gibi durumlarda benim o akşam yaptığım gibi şansınızı çok zorlamadan, keyfinizi kaçırmadan evinize dönüp, sıcak evinizin keyfini çıkarın.
Ertesi sabah uyandığımda rüzgar bir parça kuvvetini kaybetmekle beraber, etkisini halen sürdürüyordu. Olta atabileceğime dair pek fazla ümidim olmadığından acelesizce üzerimi değiştirip sahile indim. Gerçekten de ilk dakikalarda durum önceki günden farklı değildi; sahte 10 metre mesafeyi zor katederken, ip misina başımın üzerinden aşıp gerisin geri gidiyordu. Ancak çok geçmeden durum birden benim lehime döndü. Karayel önce hafifledi, sonra ise poyraza döndü. Yeni durumda hem rüzgar atış yapmama müsade ediyor, hem de karayelin dalgalarıyla poyrazın dalgaları önümde çarpışarak suyu mükemmel bir şekilde karıştırıyordu. Deniz adeta önümde bir kazan gibi kaynıyordu. Durumun lehime dönmesiyle balığı almam da bir oldu. Gelen önceki gün gelenler kadar ufak olmamakla beraber, 400-450 gram civarında bir ispendekti. Daha ilk balığın heyecanı içimde yatışmadan birkaç atış sonra tekrar vuruş aldım. Bu seferki mücadelesinden kendini belli ediyordu. Yine de beni pek zorlamadan kısa zamanda bu levrek de teslim oldu. Gelişinden tahmin ettiğim gibi bu iri ispendek de 750 gram civarıydı.
Beslenme çılgınlığının kurbanı bir levrek... Bir önceki hedefi bir yavru ahtapotmuş.
Tüm bunlar olup biterken gökyüzünün rengi yeni doğan güneşin koyu renkli yağmur bulutlarına vurmasıyla kızıl-kahverengiye dönmüştü. İlk başta öncü birkaç damla yeryüzüne düştü, sonra ise adeta bütün gökyüzü olanca gücüyle yere inmeye başladı. Islanmama rağmen gayet mutluydum. Denizin üzerinde beliren gökkuşağı da bu mutluluğumu katladı. Ben doğanın güzelliklerine dalmışken, üçüncü ve hemen ardından dördüncü balık da oltaya bindi. Levrek avında ilk kez böylesine bir beslenme çılgınlığı görüyordum. 20 dakika içinde 4 balık almıştım. Dördüncü balıktan sonra önce yağmur durdu, sonra rüzgar ve dalga kesildi, en sonunda ise bulutlar aralanıp güneş suyu aydınlatmaya başladı. Tüm her şey başladığı gibi ani bir şekilde sona ermişti. Zaten sona ermese de dört balıktan sonra devam etmenin anlamı yoktu.
Fırtınanın getirdikleri...
Sanki tüm olanlar bana özel hazırlanmış bir senaryoydu. Gelir gelmez rüzgarın yönü değişmiş, hızı azalmış, bu esnada tam bulunduğum yerin önünde iki yönden gelen dalgalar çarpışmaya başlamış, ve üstüne bulutlar da güneşin suya vurmasını engellemişti. Ben alacağımı aldıktan sonra da hepsi "bizden bu kadar" dercesine sırasıyla kaybolmuştu.
Gün içinde sürekli denizle iç içe olduğum bir yaşantım olmasına rağmen yıllardır ilk defa bu kadar uzun süre balıkçılıktan uzak kaldım. 2013 Ocak başında tatilimi geçirdiğim Antalya’da gerçekleştirdiğim bereketli tral avından bu yana geçen yaklaşık 2,5 aylık zaman zarfında elime nadiren olta alabildim. Tamamı levrek odaklı olan denemelerimin hepsinden de boş döndüm. Balıkçılıktan bu kadar süre uzak kalmamın nedenlerinin başında, kış aylarının Karadeniz’de kıyıdan olta balıkçılığı açısından son derece kısır olması gelse de, iş yoğunluğumdan dolayı balık tutmaya vakit bulamamamın etkisi de büyük oldu. Balıksız geçen aylarda, benimle aynı durumu yaşayan herkesin yaptığı gibi ben de kendimi, internet üzerinden balıkçılıkla alakalı paylaşımları takip ederek ve yeni sezon için takım hazırlayarak avuttum.
Nihayet sabırsızlıkla beklediğim Mart ayı geldi. Bu ayın sonlarına doğru Karadeniz kıyıları da yavaş yavaş canlanmaya başlar. Belli başlı balık türleri yumurtalarını dökmek ve beslenmek için kıyılara iner. Geçtiğimiz sene bahar aylarında mesleğim icabı geçici olarak Kocaeli’de ikamet ettiğim için Samsun’daki levrek furyasını kaçırmış, 2011 senesinde yakaladığım 1 kg civarı levreklerin çok daha büyümüş olarak av verdiğini uzaktan dinlemekle yetinmiştim. Bu yüzden yeni sezonda öncelikli hedeflerim arasında her birinin üçer kilo olduğunu tahmin ettiğim levrekler yer alıyor. Yerine göre değişmekle birlikte bahar aylarında levreğin mönüsünün başında teke, yengeç ve mamun gibi kabuklular gelir. Levreğin öncelikli tercihi mamun olmasına rağmen, mamunu bulma zorluğundan dolayı benim favori yemim tekedir. Fakat bahar aylarında teke bulmak da hiç kolay değildir.
Geçtiğimiz hafta, önceki senelerde keşfettiğim korunaklı bir limandan kepçe yardımıyla topladığım tekeleri canlı muhafaza etmek için şarjlı matkapla üzerinde delikler açtığım pet şişenin içine doldurup denize salmıştım. Nihayet 25 Mart gecesi levreğe denemeye karar verdim. Havanın kararmasıyla birlikte saat 18:30 gibi meraya vardım. Levreğe deneyeceğim mera, kıyıdan 50 m açığa kadar derinliği 2 m'yi geçmeyen kumluk ve kayalık karışımı çok sığ bir bölgeydi. Amacım iki oltamdan birini yemli, diğerini ise at-çek yaparak kullanmaktı. Yemli için kullandığım takım, zargana topunun altında 1 kulaç uzunluğundaki 0.24 mm misinanın ucuna bağlanmış tek bir adet 3 numara çapraz kancadan ibaretti. Bu takımla önceki senelerde güzel baltabaş karagöz ve levrek avları yapmıştım. Hatta 23 Nisan 2002 tarihinde Tuzla'da yakaladığım 2.9 kg'lik baltabaş karagözü de aynı yöntemle almıştım. O yıllarda kendime ait bir fotoğraf makinem olmadığı için maalesef o güzel balığın fotoğrafını çekememiştim. Bir daha o büyüklükte bir karagözü kim bilir ne zaman yakalarım?
Yemli takımı en iri ve hareketli tekeyle yemledikten sonra kıyıdan 25-30 m mesafeye sallayıp kamışı kayaların arasına sabitledim. Canlı teke, topun altındaki 1 kulaçlık misinanın ucunda serbest bir şekilde dolaşırken ben de bir yandan at-çek yapmaya başladım. Saat 20:30'a kadar spin kamışımın ucuna taktığım silikon ve sert plastikten çeşitli sahte yemlerle deneme yaptım. Yemli takımın da her 15-20 dk'da bir yemini kontrol edip yerini değiştirmeme rağmen 2 saat içinde yemli takıma da, sahte yemlere de vuran olmadı. Bazen balıkçılık böyledir işte. Sabır gerektirir. Balığın ne zaman nerede olacağını asla bilemeyiz. Bazen oltamızı atar atmaz balık vurur. Bazen de biz oltalarımızı toplayıp gittikten hemen sonra gelir balık. Biz bilgi ve tecrübelerimize istinaden deneme yaptıktan sonra, gerisi biraz da şansa kalmıştır.
Gece zifiri karanlıkta yalnız başıma ancak 2 saat sabredebildim. Yakın zamanda levrek alındığına dair haber almış olsam belki biraz daha dayanabilirdim ama mevsimin henüz erken olmasının da verdiği rahatlıkla avı sonlandırmaya karar verdim. Takımlarımı toplayıp dönmeye hazırlanırken aklıma liman içinde rıhtım ışıklarının aydınlattığı bir yer geldi. Eve dönmeden önce yolumun üstünde olan bu yerde bir kaç at-çek denemesi yapmaya karar verdim. Bahar mevsimi her zaman sürprizlere açık olduğundan belki aydınlık suda sahte balığı takip eden bir şeyler görebilirdim.
Spin takımımın ucuna 9 cm'lik bir rapala bağlayıp, rıhtım aydınlatmasının altında denemeye başladım. Daha ilk atışımda irice bir zargana rapalayı kıyıya kadar takip etti. İkinci atışımı yaptığımda, bu sefer rapalanın peşine 3 zargana birden takıldı. Şaşırtıcı bir şekilde rapalayı her atışımda zarganalar tarafından takip alıyordum. Bu mevsimde bu kadar çok zargana olması garipti. Vakit kaybetmeden oltamın ucundaki rapalayı, 1.5 g'lık silikon zokasına iliştirilmiş 3 cm boyunda ince uzun yapılı bir silikonla değiştirdim. Silikonla ilk atışımda güzel bir vuruş almama rağmen balık kancaya takılmadı. Takip eden atışlarımda da çok sefer vuruş almama rağmen kanca zargananın sert gagasına takılmadı. Nihayet onca vuruş ve takibin sonucunda silikon yemle Karadeniz için hatrı sayılır boyda bir zargana yakalamayı başardım. 2 saatlik sıkıntılı bekleyişten sonra zarganalar keyfimi yerine getirmişti. İlk balıktan sonra yöntem değiştirmeye karar verdim.
Silikon yemi çıkarıp spin kamışımın ucuna ufacık bir sinek kanca bağladım. Sinek kancanın ucuna kepçe yardımıyla yakaladığım 3-4 cm'lik gümüşlerden birini canlı olarak takıp bir kaç metre önüme salladım. Çok geçmeden civardaki zarganalardan biri kancanın ucunda debelenen gümüşü fark edip hiç tereddüt etmeden saldırdı. Balık gagasının arasına aldığı gümüşle beraber hızlı bir şekilde yüzerken ben de yemi yutması için makinenin telini kaldırıp misinanın akmasına müsaade ettim. Zargananın gümüşü tamamen yuttuğunu görünce de tasmalayıp ikinci balığımı aldım.
Spin kamışla uyguladığım şeytan oltası benzeri bu takımla birkaç zargana daha yakaladıktan sonra tekrar yöntem değiştirmeye karar verdim. Etrafta bu kadar çok zargana oluşu nicedir denemeyi düşündüğüm ipekle zargana yakalamak için iyi bir fırsat olabilirdi. Spin kamışımın ucuna bağladığım ipeğin 1 m gerisine 5 g ağırlığında kıstırma kurşun ilave ettikten sonra atışımı yaptım. İlk atışımda gelen ilk vuruşta bir zargana daha aldım. Bu balık ipekle yakaladığım ilk zarganaydı. Nihayet bu sürpriz gecede ipekle zargana avını da tecrübe etme şansı bulmuştum. Zargananın uzun ve sert gaga yapısından dolayı şimdiye kadar rapala ve silikon yemlerle yaptığım zargana avlarında aldığım vuruşlarda balığın yakalanma yüzdesi düşüktü. İpekli takımda ise bu oran çok yüksekti. Neredeyse ipekli takımla aldığım her vuruşta balık yakaladım.
O gece uzun aradan sonra keyifli bir balık avı geçirdim. Niyet ettiğim levreklere kavuşamasam da farklı yöntemlerle 8 tane zargana yakaladım. Balıklarından ilk 4 tanesini yemek için alıkoyduktan sonra diğerlerini denize iade ettim. Neye niyet, neye kısmet. Çocukluk yıllarımın üstadı Şükrü Amca'nın dediği gibi; denizle pazarlık olmaz...
Bazı yazılar vardır ki, sıcağı sıcağına yazmak gerekir. Hissiyatı yazıya en iyi şekilde dökebilmek için yaşananların üzerinden zaman geçmesine izin verilmemelidir. Nasıl malzemelerin tazeliği bir yemeğin lezzetini etkiliyorsa, yaşananların tazeliği de yazıyı aynı ölçüde etkiler. Bu yazı da bahsettiğim şekilde közü soğumadan yazılması gereken bir yazıydı. Öyle ki, bir önceki Bodrum seferi hikayesinin bitmesini bile bekleyemedim bu yazıyı yayınlamak için.
Askerlik sonrası ev bulma, taşınma telaşesi beni hem psikolojik, hem de bedenen bir hayli yormuştu. İşleri biraz düzene koyar gibi olunca, geri kalan bir kısım işleri de erteleyip doğrudan Bodrum'a gitmeye karar verdim. Bu benim için bir nevi köprüden önce son çıkıştı. Ay başında işe başlayacaktım, böyle bir fırsatı yakalamam bundan sonra pek kolay görünmüyordu. Bu yüzden uçak biletleri bir hayli pahalanmış olmasına rağmen, gözümü karartıp Bodrum biletimi aldım. Neden sonra aklıma geldi, her zaman ilk baktığım hava durumuna bakmak. Rüzgar durumunu açtığımda gördüklerim karşısında kanım donmuştu. Rüzgar haritasında neredeyse siyaha çalan koyu kırmızılar cirit atıyordu. Bu aşağı yukarı 40 knot'a varan rüzgar demekti, Türkçesi benim gideceğim gün ve ertesi rüzgarın hızı saatte 70 km'ye varacaktı. Bunun yanında şiddetli yağmur beklentisini rüzgarın kuvveti yanında gözüm bile görmüyordu. Böyle bir havada değil olta atmak, denizin yanına yaklaşmak dahi akıllıca değildi. Yapacak bir şey yoktu. Sonuçta bu tatili önümüzdeki haftaya erteleyemezdim. Bir şekilde havanın beklenen kadar kötü olmayacağını umarak bindim uçağa.
Bodrum havalimanına indiğimde kuvvetli denebilecek, ama fırtına denmeyecek bir rüzgar karşıladı beni. Biraz rahatlamıştım. Ancak rahatlamam boşunaydı. Yarımadanın ucuna ilerledikçe rüzgar kuvvetini arttırdı. Eve vardığımda fırtınadan ağaçların dallarının kırılmış olduğunu gördüm. Gece yatmadan son bir kez daha hava durumunu kontrol etmek için umutsuzca meteoroloji sitesine girdim. Değişen bir şey yoktu. Siteyi tam kapatmak üzereyken son anda bir şey dikkatimi çekti. Sabah 5-8 arası rüzgar keşişlemeden, poyraza dönüyor, bu dönüş esnasında hızını 10 knot'a kadar düşürüp, öğleden sonra tekrar 40 knot'ı buluyordu. Şansım olacaksa, yalnız bu aralıkta olacaktı. Alarmı 5.30'a kurup yattım.
Sabaha yakın yağmurun sesine eşlik eden muazzam bir gökgürültüsüyle uyandım. Dışarıda tam manasıyla tufan kopuyordu. Saate baktım, 5'e gelmek üzereydi. 5.30'a kadar havanın düzelmesini umut ederek tekrar uykuya daldım. 5.30'da uyandığımda değişen bir şey yoktu. Ancak bu sefer uyumadım, inatla yağmurun sesinin azalmasını bekledim. Gerçekten de yağmur 15-20 dakikaya etkisini yitirmişti. Hemen apar topar hazırlanıp kendimi dışarı attım. Ben hazırlanana kadar saat 6'yı bulmuştu, ancak kara bulutlar hala günün ışımasına izin vermiyordu.
Deniz kenarına indiğimde keşişleme iyice hafiflemişti. Tam istediğim aralığı, yani keşişlemenin poyraza çevirdiği anı yakalamıştım. Birazdan hava dönecek, güneyli rüzgarlardan kalan dalgalarla kuzey rüzgarının oluşturduğu dalgalar çarpışıp önümde istediğim çalkantıyı yaratacaktı. Rüzgarın hafiflemiş hali yine de 15 knot civarındaydı, ve bu da benim hafif su üstü sahteleri istediğim şekilde çalıştırmama engel oluyordu. Böyle durumlarda misina veya ip havada uçurtma görevi görerek sahteyi rüzgarın estiği yönde sürükler ve sizin vermek istediğiniz aksiyonu bozarlar. Buna engel olmak için rüzgarlı havalarda suya olabildiğince paralel ve yakın atışlar yaparak misinaya havada boşluk verdirmeyin. Aynı şekilde çekerken de kamışınızın ucunu suya yakın tutup misinanızı deniz yüzeyinden ayırmadan getirin. Bunu başarıyla uygular uygulamaz ilk balığımı aldım. Artık heyecan dahi yaratmayan ebatta 400 gramlık bir ispendekle açılışı yaptım. Daha balığı kıyıya alır almaz, nereden geldiğini dahi anlayamadığım korkunç bir yağmur indi. Peşi sıra birkaç kilometre öteme ard arda yıldırımlar da düşünce balığı ve kamışı orada bırakıp doğru arabaya koştum. Daha arabaya varmadan sırılsıklam olmuştum. Arabada yağmurun hafiflemesini beklerken birden fotograf makinemin bulunduğu çantayı dışarıda unuttuğum aklıma geldi. Arabadan çıkıp delicesine yağan yağmurun altında koşup çantamı aldım ve arabaya geri döndüm. Arabaya kendimi attığımda artık ıslanmamaya çalışmak için çok geç olduğunu anladım. Bu sırada yağmurun da biraz hafiflediğini görünce tekrar oltanın başına döndüm. Hava yağmurun ardından beklediğim şekilde kuzeye dönmüştü. Deniz önümde kazan gibi kaynıyordu. Birkaç atış sonra görüntüsünü göremesem de balığın suyun üzerinde çırpınış sesini duydum. Hemen ardından da kamışın ucunda kendisini hissettim. Biraz oynayarak 700 gramlık bu ispendeği de suyun dışına çıkarttım. Fotograf makinemi tekrar yağmurun başlaması riskine karşı arabada bıraktığımdan normalde alışkanlık haline getirdiğim balığı sudan çıkar çıkmaz fotograflama işini bu sefer yapamadım. Bu durum biraz da bana zaman kazandırdı. Hemen hemen her atışımda dalgalardan zorla seçebilsem de takip aldığımı görüyordum. Bu esnada kıyıya sıkışan gümüşler de kendilerini levreklerin önünde oradan oraya atıyorlardı. Bu beslenme çılgınlığında üst üste 2 tane daha 600 ve 800 gramlık balık aldım. En son balığı diğerlerinin yanına koymaya giderken balıklardan birinin eksik olduğunu farkettim. Balığın ayaklanıp yürüyecek hali olmadığına göre akıbetinin ne olduğuna çok fazla kafa yormaya lüzum yoktu. Bu sefer işi gücü bırakıp etrafta kedi aramaya başladım. Kendimden beklemediğim ölçüde sinirlenmiştim, halbuki kedileri bir hayli severdim de. Bir balığı sudayken kaçırmaktan daha kötüsü karaya aldıktan sonra kaçırmak olsa gerek. Ne kediyi, ne de balığı bulabildim. Atışlarıma devam ettim, ancak aklım hala kedi ve balıktaydı. Her yere bakmıştım, nereye gitmiş olabilirdi. Bu esnada motivasyonumu kaybettiğimden olsa gerek ya takip alamıyor, ya da aldığım takiplerin hepsini kaçırıyordum. Aklıma geldikçe oltayı bırakıp etrafta kedi arıyordum. 1 kiloya yakın balığı çok uzağa götüremezdi. Nihayet uzun arayışlarım sonunda bakmayı en son akıl ettiğim yerlerden birinde kediyi buldum. Suçlu beni görür görmez topukladı, ancak balığı harap etmişti. Her ne kadar et için avlanmasam da, insan emek verdiği bir şeyin bu şekilde ziyan olduğunu görünce üzülüyor.
Balığı kötü durumda da olsa bulmanın vermiş olduğu biraz gevşemeyle atıp çekmeye devam ettim. Bundan sonra geçen yaklaşık 2 dakikalık süre hafızamda yavaş çekim olarak canlanıyor. O atışımda sahteyi rüzgarı da arkama olarak biraz daha ileri savurmuştum. Düştüğü yerde belki bir iki tur sarmadan oltaya tekrar balık bindi. Buraya kadar her şey normaldi. Çünkü ben o balığı da gelen diğer balıklar ebatında sanıyordum. Ancak bu balığın diğerlerinden farklı olduğunu anlamam uzun sürmedi. Balık diğerleri gibi direnmiyor, tam anlamıyla savaşıyordu. Bu seferki farklı dedim içimden. Balığı birkaç metre önüme getirene kadar son derece soğukkanlıydım. Tüm ataklarını serinkanlılıkla karşılıyor, yıpranmış ip misinamı zorlamasına izin vermiyordum. Ne olduysa balıkla yüz yüze geldiğimiz anda oldu. İkimiz de heyecandan çıldırdık. İçimden kendi kendimle konuşuyordum. "Emre, bu balığı alırsan ne kediye kızacaksın, ne de parçalanmış balığına üzüleceksin." "Ya kaçırırsam?" "Kaçırırsan da kedinin veya balığın artık bir önemi kalmayacak, her şeye lanet edeceksin." Balık kıyıda yolun sonunun geldiğini anlayınca beklediğim gibi son kez tüm gücüyle geri dönmeye çalıştı. İçimden kendi kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Ama iç sesim sürekli "Bu balığı kaçıracaksın." diye kafamın içini kemiriyordu. Her şey bu kadar kontrol altındayken nasıl kaçırabilirdim ki... Dememe kalmadı, balık dönüş yaparken anüs yüzgecini ipe doladı. Artık misinaya binen yük balığın doğrudan kuyruğunun gücüydü. İp misinanın kopuşu benim hayal kırıklığımın yanında o kadar umursamazcaydı ki, "abi kusura bakma, benden bu kadar" dercesine sessizce bırakıverdi balığı. Boşta kalan levrekle göz göze geldiğimiz o sahne bir klip olsa, herhalde ona en uygun şarkı -biraz arabesk bir seçim olmakla beraber- şu olurdu.
"Gidiyorsun, bilmediğim uzaklara,
Bakarken ardından gitme kal diyemedim.
Şimdi her şey anlamsız,
Yarım kaldı aşkımız,
Akarken göz yaşlarım deli gibi amansız,
Diyemedim...
Diyemedim...
Diyemedim...
Gururum engel oldu, gitme kal diyemedim"
Gururum engel olmadı tabi. Dalgalar engel oldu. Halbuki peşinden ayakkabı, pantolon demeden dizime kadar denize girmiştim. Ya da o an, bir film sahnesi olsa en çok "Babam ve Oğlum"daki Çetin Tekindor'un şu repliğini hatırlatırdı:
"Burda dureydim böyle tam burda böyle gollerimi açeydim iki yena duteydım onu, duteydım onu ben, getme deyeydim, getme..."
Sonuç olarak gitme desem de gitti. O gitti, ama ben gidemedim. Olduğum yerde kalakaldım. Kelimenin tam manasıyla ruh gibiydim. Belki ruh bile değildim. Ruhum gitmiş, bedenim orada öylece dikiliyordu. Oltayı elime aldığım ilk günden bu yana denizin bana sunduğu en büyük armağanı kaçırmıştım. Hem de göz göre göre, hem de aramızda artık sadece santimetreler kalmışken... Tek kelimeyle bu bir hüsrandı. Avı sonlandırıp eve dönmeyi düşündüm. Kendi kendimi durdurdum. Yeniden başlamalıydım. Ölenle ölmemeli, gidenle gitmemeliydim. Başarısızlığın ardından beyaz bir sayfa açıp sıfırdan başlayabilmeliydim.
Daha fazla uzatmayayım, ben bugün yeniden başlayamadım. Her ne kadar kaçırmış olduğum trofeden sonra tekrar olta atmaya devam etsem de motivasyonum "o" balığı tekrar almaya yeterli değildi. İki tane daha ispendek aldım, birini koyuverdim, diğerini alıkoydum. Şu bir gerçekti ki, kaçan balıklar insana yakalananlardan her zaman daha fazla şey öğretiyordu. Ben bugün zaferleri yalnızca yeniden başlayabilenlerin kazanabileceğini öğrenmiştim. Bir de tabi, bazen hüsranla biten maceralardan da güzel hikayeler çıkabildiğini...
Bir avcının en önemli silahı gözlemdir. İyi bir avcı denizi, rüzgarı, ayı, güneşi, kuşları ve diğer avcıları gözlemleyerek avın en önemli üç sorusuna, "Ne zaman", "Nerede", ve "Nasıl"a cevap arar. Bulunduğum bölgede kıyı avcılığı ekmek ile kefal, sarpa ve sokar, tavuk göğsü ile kupes yavrusu avından ibaret olduğu için kıyıdan avlanan diğer avcıları gözlemlemenin bana pek bir katkısı olmuyordu. Bölgenin parakete ve ağ ile avlanan profesyonel balıkçılarının ise kıyıdaki durum hakkında bilgisi sınırlıydı. Onlardan edindiğim tek bilgi, levreğe bu sene pek rastlamadıkları ve vaktine rastlarsam turna yakalayabileceğim yönünde idi. Kıyılardaki balık durumuyla ilgili bir fikir yürütebilmek adına bu bilgiler benim için çok yetersizdi. Bu durumda kendi gözlemlerimden yola çıkmalı, ve bunları deneyimlerim ile birleştirerek bir strateji uygulamalıydım. Bu maksatla sabah suyu ile akşam suyu arasında geçirdiğim boş vakitte sıklıkla deniz kenarına inerek iskelelerden denizin altını gözlemledim. Dikkatimi çeken en belirgin durum, hemen her zaman kupes, ilarya, aterina gibi ufak balıkların gezindiği iskele diplerinin tamamen ıssız olmasıydı. Bu cansızlık burada pek de görmeye alışık olduğum bir manzara değildi. Kıyılardaki bu hareketsizliğin ilerleyen günlerde yapacağım avlara mutlaka bir etkisi olacaktı. Ancak söz konusu etkinin olumlu mu, olumsuz mu olacağı konusunda bir fikir yürütmek için henüz erkendi.
Gün batımına az zaman kala sabahki balığı aldığım yerde şansımı denemek üzere tekrar yerimi aldım. Avlandığım yerin turistik bir bölge olması ve yılın büyük bölümünde sahilin akşam saatlerinde hareketli olması nedeniyle akşam avlarına genellikle pek rağbet etmiyordum. Ancak mevsim itibariyle kıyılardan tamamen el ayak çekilmişti. Kahvede gün batımını izleyen birkaç kişi ve denizden dönüp teknelerini tonozlara bağlayan balıkçılar dışında sahil tamamen sakindi. Ortam balık avına neredeyse sabah suyunda olduğu kadar uygundu. Güneş denizle buluşurken, ilk olarak silikon yemlerle denemelerime başladım. Avlandığım bölge yer yer çok sığ ve taşlık olduğu için 3 gramlık zokalara (jig head) iliştirdiğim silikon yemleri istediğim gibi çalıştıramadım. En sonunda silikonu taktığım taştan kurtaramayıp denizde bırakınca avlanma stilimi tekrar su üstü sert sahtelere çevirdim.
Güneşin artık ufukta kaybolup, denizin gümüşi renge büründüğü vakitlerde sahtenin su yüzeyinden zikzaklar çizerek gelişini izlemek ayrı bir heyecandır. Alacakaranlık kuşağı aynı filmlerde olduğu gibi denizlerde de canavarların ortaya çıkış vaktidir. Gün içinde yaramaz çocuklar gibi kumun üzerinde oynaşan ilaryalar, karanlığın çökmeye başlamasıyla ortadan kaybolur. Kıyılar sessizliğe gömülür, tek bir şey dışında: Sizin evine geç kaldığı için panik halinde yüzen bir ilaryayı anımsatan sahteniz. Saldırı tam o anda, karanlığın içinden gelir. Sahteniz hiç beklenmedik bir anda, derinden gelen bir kuvvet tarafından dibe çekilir. O akşam da tam olarak böyle oldu. Aynayı anımsatan su yüzeyi bir anda karıştı, köpürdü. Çoğu zaman olduğu gibi saldırı saliseler sürdü. Su durulduğunda ortada artık sahte yoktu. Vuruşu oltanın ucunda hissettiğim anda tasmayı attım. Fakat oltanın ucundaki sahte bulunduğu yerden bir milim dahi kımıldamadı. Bunun üzerine oltayı ikinci kez tarttım. Yine esneme yoktu. Enteresan biçimde vuruş gelmişti ancak olta taşlara takılmıştı. Bu durumun nasıl gerçekleştiğine, su üstü sahtenin nasıl olup da taşların arasına girdiğine anlam verebilmek çok zordu. Zaten o an için öncelikli olan da, sahteyi kurtarmaktı. Sahtenizin bu şekilde taşlara takıldığı durumlarda, oltayı gererek zorlamak yerine bir süre bekleyip sahtenin kendi yüzerliği ile takıldığı yerden kurtulmasını beklemek her zaman daha iyi sonuç verir. Gerçekten de, on saniye kadar boşluk vermemin ardından oltaya tekrar asıldığımda sahtenin kurtulmuş olduğunu gördüm.
O akşam, sonraki sabah, sonraki akşam, ondan sonraki sabah bu büyük heyecanı birkaç defa yaşadım. Levrek ailesinin bireyleri kimi zaman sahtenin arkasında kabarttığı su kütlesiyle belli etti kendini, kimi zaman daha agresif davranarak sahtenin önüne, yanına, arkasına ve kendisine hamle yaptı. Ne var ki aralarından kıyıya alabildiğim iki balığın da ölçüsü tatmin edici olmaktan çok uzaktaydı. 300 gram civarı gelen bu ispendekleri, ellerim dikenlerinden biraz nasibini alsa da, zarar görmeden sahtenin iğnelerinden ayırıp doğal yaşamlarına geri kavuşturdum.
Gelen balıklar ne kadar istediğim ebatta olmasa da, oltanın ucunda sürekli hareket olmaması denize duyduğum hasreti giderdiği için beni gayet memnun ediyordu. Ancak üçüncü günün akşamından itibaren rüzgar ile beraber işin rengi de değişmeye başlayacaktı.
Yine uykusuz geçen bir gecenin bitiminde uzaktaki tepelerin ardında şafağın karanlığı delişini seyrediyordum. Doğan güneş, çoğu kişi için yeni başlayan bir günün, yeni umutların, yeni mücadelelerin habercisidir, bana ise orada kaldığım sürece bir günün daha sona ermesinden, nöbetimi kazasız belasız tamamlayıp yatağa girmemden başka hiçbir şey ifade etmiyordu. İlk kez bu sabah diğerlerinden farklı bir sabahtı benim için. Dışarı çıktığımda yüzüme vuran rüzgar tenimi soğuğuyla kavurmuyor, içime nemli hafif bir ürperti işliyordu. Havada kömür dumanının geniz yakan kokusu değil, dalgaların kıyıya vurduğu yosunlardan yayılan iyot kokusu vardı. Birazdan doğacak güneşin ilk ışıkları bu defa çorak ovaya dağılmış İran köylerine değil, mavi kadifeye sim gibi serpiştirilmiş Yunan adalarına vuracaktı. Evimden binlerce kilometre ötede, 2000 metre irtifada, medeniyete dair her şeyden yoksun bu dağ başında bile bir gün olsun hayalini kurmaktan vazgeçmediğim denizin nihayet kıyısındaydım. Elimde neden taşıdığımı bile bilmediğim bir silah yerine, en sadık yol arkadaşım oltamı taşıyordum. Denizin esintisini ciğerlerime doldurdum. Acele etmeye hiç niyetim yoktu. O anı sakince özümseyerek, her saniyesinin keyfini alarak yaşamak istiyordum. İçinde bulunduğum sarhoşluktan oltamdaki ağırlıkla uyandım. Ne ara denize göndermiştim oltayı da, bu ağırlık üstüne binmişti. Kafadanbacaklı ailesinin bir bireyi olsa gerekti oltanın ucundaki dirençsiz ağırlığın sahibi. Ahtapot olsa taşlara yapışır, o yüzden biraz daha zorlardı. Olsa olsa ya sübye, ya da kalamardı. Aklımdan bunlar geçedursun, kıyıya son birkaç metre kala oltanın ucundaki mahluk bir anda hırçınlaştı. Yanılmıştım, basbayağı koca kafalı bir levrekti bu. Çok geç kaldığının kendisi de farkındaydı, sanki adet yerini bulsun, veya şanına yakışır bir son olsun diye kısa bir direnç gösterdi. Benim ise bu kadar yakında mücadele etmesine fırsat vermeye niyetim yoktu, kalamayı el çabukluğuyla birkaç çıt daha sıkılaştırıp balığı seri bir şekilde karaya yasladım. Tarifi ancak ve ancak bu anı daha önce yaşamış birisine mümkün bir keyif sarmıştı tüm benliğimi. Nasıl güzel bir rüyadan uyanmak istemezse insan, ben de bu anı terketmek istemiyordum. Ancak siz zamanı ne kadar durdurmak isterseniz isteyin, o sizi dinlemeyip tüm hızıyla aktıkça, sizin de bu akıntıya karşı koyma şansınız kalmıyor. Balığın patırtısına koşup başıma toplanan kedileri kovalayıp işe koyuldum. Önce balığı iğneden çıkarayım, sonra iğneyi elimden çıkarayım, en son da arabada unuttuğum fotograf makinemi alayım derken gün çoktan aydınlanmış, göl sakinliğindeki su gökyüzünün mavisini yansıtmaya başlamıştı. Balığın gelmeyeceğini bildiğim halde yeni aldığım sahtelerin de yüzüş performanslarını test etmek amacıyla bir süre daha olta attım. Neden çok sonra, yakaladığım balığa tekrar baktığımda bir gariplik dikkatimi çekti. Bu garipliği daha sonra evde boy ve ağırlık ölçümü yaparak da doğruladım. Hemen hemen 50 cm uzunluğa sahip bu balık tartıda ancak 1 kilogram gelmişti. Kendi gözlemlerim ve levrek konusunda uzmanlaşmış arkadaşlarımla yaptığım fikir alışverişinde balığın olması gereken ağırlıktan 300-400 gram kadar hafif geldiği sonucuna varmıştık. Bu durum ilginç ama önemsiz bir ayrıntı gibi gözükse de, ertesi günler balığın davranışlarını anlayabilmek adına önemli bir ipucu veriyordu.
1995 senesinin ılık bir yaz akşamıydı. Annemle babam gayet mutlu görünüyorlardı. Gündüzleri özellikle denize girme faslı eğlenceli sayılabilirdi ama gece yarılarına kadar Marmaris sahillerinde dolaşmak babam ve annem için ne kadar keyifliyse benim için o kadar sıkıcıydı. Sonuçta tatiller daha çok yetişkinler içindir. En basitinden babam için tatil işe gitmemek, annem içinse rutin ev işlerinden bir süreliğine de olsa uzaklaşmak anlamına geliyordu. Kız kardeşim Ayşegül henüz 5 yaşında olduğu için hayat ona her yerde güzeldi. 3 aylık yaz tatilinde olan benim içinse bu tatil siteden arkadaşlarımla birlikte sabahtan akşama kadar oyun ve serüven dolu hayatımdan koparılmış olmaktı.
Halbuki Değirmendere'deki evimizin bulunduğu site, sitenin etrafında bulunan meyve bahçeleri, amazon ormanlarını andıran kestanelik, fındık bahçelerinin arasında kıvrılarak uzayan patikalar, çayırlar, benim gibi doğa tutkunu 9 yaşındaki bir çocuk için binbir türlü macerayla doluydu. Kimi zaman henüz yavrulamış bir anne kediyi besleyip yavrularını seviyor, kimi zaman çekirge, kertenkele veya yılan peşinde koşuyor, kimi zaman inşaat temellerinde biriken yağmur sularında yaşayan iri baş kurbağaların başkalaşımlarını seyrediyor, kimi zamansa sitenin etrafındaki bağlarda yetişen mevsim meyvelerinden göz hakkımızı topluyorduk.
Anne ve babamın tatil için seçtikleri Marmaris keşfedilmeyi bekleyen apayrı bir dünya olmasına rağmen alışık olduğum Değirmendere'deki hayatımı özlüyordum. Ailecek çıktığımız akşam gezmelerinde sıkılsam da gündüzleri Akdeniz coğrafyasına özgü ilginçlikler de yok değildi. Örneğin 2 adam boyundaki kaktüslerin tepelerinde yetişen kırmızı renkli dikenli meyveler, hayatımda ilk defa gördüğüm muz ağaçları, keçi boynuzları ve kozalakları fıstıkla dolu çam ormanları çok ilgimi çekmişti. Hayvanlar aleminden de yeni dostlar edinmiştim. Kara kaplumbağalarıyla çok haşır neşir olmuşluğum vardı ama su kaplumbağalarıyla ilk defa Marmaris'te piknik yapmak için gittiğimiz bir dere kenarında karşılaşmıştım. Marmaris'te rastladığım kertenkeleler de bir acayipti. Değirmendere'de yakaladıklarıma hiç benzemiyorlardı. Hele kahverengi vücudu dikenlerle kaplı bir tanesine yaklaşmaya bile cesaret edememiştim. Cırcır böceklerini saymaya bile gerek yok. Yakınlarda ağaçlık bir alan varsa gündüz vakti her zaman kesintisiz seslerini işitiyorduk. Hemen hemen her ağaç gövdesinde kabuklarına rastlamak mümkündü. Alçak dallara konduklarını fark ettiğimde bazen sinsice yanlarına yaklaşıp incitmemeye dikkat ederek aniden elimi üzerlerine kapatıveriyordum. Son anda uçarak kaçmayı başaramamışlarsa avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Yazının bu kısmında belirtmem gerekir ki çocukluğumda tam bir hayvan hastasıydım. Oyuncak arabalar ya da tabancalar hiç bir zaman ilgimi çekmezdi. O yıllarda babamdan istediğim tek oyuncak çeşidi sert plastikten yapılmış hayvan ve dinozorlardı. Sağ olsun babam da mesleği icabı gittiği bütün yurt dışı seyirlerinden poşetler dolusu oyuncak hayvan setleriyle gelirdi.
Benim için sıkıcı bir gecenin başlangıcı olan o akşam olacakları bir gece önceki senaryodan tahmin edebiliyordum. Saatin ilerleyip havanın serinlemesiyle birlikte ben de üşümeye başlayacaktım. Daha sonra yürümekten yorulup annemin koluna sarılarak ona yük olacak, saatlerin iyice ilerlemesiyle birlikte de annem ve babamın arkadaşlarıyla birlikte oturup müzik eşliğinde sohbet ettiği bir yerde uyuyakalacaktım. İşin en kötü kısmı da dönme vakti geldiğinde uykumdan uyandırılarak geldiğimiz yolu uyku sersemi bir halde, ayaklarımı sürüyerek geri dönmek zorunda kalacak oluşumdu. Canımın sıkıntısının geçmesi için babama çaktırmadan annemin kulağına bir şeyler fısıldadım. O da babamla konuşup bizi dondurmacıya yöneltti. Maraş dondurmacısının uzun çubuğunun ucuna yapıştırdığı dondurmayla beni dakikalarca oynatışı akşamın o ana kadarki en keyifli anlarından biriydi. Dondurmalar elimizde yolumuza devam ettik. Ben her zamanki gibi çabucak kendi dondurmamı bitirip Ayşegül'ün dondurmasına musallat oldum.
O gece babamın eski bir dostunun rıhtıma kıçtan kara olmuş yatına davetli olduğumuzu yata vardığımızda öğrendim. Misafir olduğumuz yat, Marmaris sahilinde bolca bulunan ahşap gezi teknelerinden biriydi. Biz vardığımızda yatın güvertesindeki masa çeşitli mezelerle donatılmıştı. Mönüdeki ana yemek olan köftelerse henüz ızgaraya atılmamıştı. Annem, babam ve dostları kahkahalar eşliğinde koyu bir muhabbete girişmişlerdi. Muhabbete dahil edilmeyen, zaten hiç muhabbet havasında olmayan bense bir an önce yemek yemeyi düşünüyordum. Teknenin küpeştesine dirseklerimi yaslayıp denizi seyrederek köftelerin kızarıp löp löp mideme ineceği anı bekliyordum.
Teknede bozuk plak gibi sürekli aynı şarkı çalıyordu. "Kahretsin aklımdasın ve sen bunun farkındasın"... Ne zaman aynı nakaratı duysam duygulanırım. Çocuk halimle o gece de garip bir melankolik hava içerisine girmiştim. Gözlerim bir ara iki yatın arasındaki boşlukta deniz yüzeyine takıldı. Suyun içinde yakamoz yaparak hızlı hızlı dolanan onlarca balık vardı. Heyecanla annemin yanına koşup kadıncağızın kolundan çeke çeke zorla balıkları gösterdim. Annem sağ olsun her zaman nazımı çekerdi. Babamsa çok sert karakterli olduğundan ona bulaşmaya pek cesaret edemezdim. Tek bir bakışı bile yeterdi. Babamın arkadaşı Ali Kaptan heyecanımı fark etmiş olacak ki, "Olta vereyim mi, balık tutmak ister misin?" diye sordu. O yaşıma kadar bir çok hayvanla haşır neşir olmama rağmen, balıklarla tek münasebetim evimizdeki akvaryumda beslediğimiz, üremekten başka bir şey bilmeyen lepisteslerle sınırlı kalmıştı. "Veeer" cevabımın üzerine onu takip etmemi istedi.
Teknenin kamarasına girdiğimizde kocaman bir sandığı açtı. Sandığın içi mantar ve kasnağa sarılı oltalarla doluydu. İçlerinden mantara sarılı olan bir tanesini bana verdi. Hayatında ilk defa eline olta alan biri olarak o gün o olta benim için hiç bir şey ifade etmemişti ama şimdi düşündüğümde Ali Kaptanın verdiği oltanın ufacık kancalarıyla ne kadar da doğru bir seçim olduğunu anlıyorum. Oltamı alıp balıkları gördüğüm yere gittiğimde Ali Kaptan da elinde bir kaç dilim ekmek ve henüz pişmiş köftelerle yanıma gelmişti. Tek bir kere yemin kancaya nasıl takıldığını gösterdikten sonra büyüklerin yanına dönerek muhabbete kaldığı yerden dahil oldu.
Sıkıntım birden geçivermişti. Elimdeki olta denen şeyle hemen altımda dolanan balıkları tutmaya çalışacaktım. Oltanın ucunda bulunan 2 küçük kancaya Ali Kaptanın gösterdiği gibi küçücük köfte parçalarını takıp aşağı sarkıttım. Oltanın suya değmesiyle birlikte balıklar yemlere üşüştü. Elimde tuttuğum misinanın "tıkırrrrt" diye titremesi o ana kadar hayatımda hissettiğim en heyecanlı duyguydu. Derken aniden oltanın ucunda bir patırtı ve ağırlık hissettim. Heyecanla misinayı çekmeye başladığımda oltayla birlikte suyun dışına pırıl pırıl, kımıl kımıl bir balık da çıkıverdi. O an yaşadığım heyecanı tarif etmekte güçlük çekiyorum. Kendi başıma denizden balık yakalamıştım. Hem de doğru dürüst, pazarda satılanlarla aynı büyüklükte bir balık. Teknede sevinç çığlıkları atarken bunları söylediğimi hatırlıyorum. "Baba bak pazarda satılan balıklardan", "Ali Amca ne balığı bu, yenir değil mi?", "Anne gördün mü bak, atar atamaz balık yakaladım, daha aşağıda bir sürü var bunlardan." Nereden bilebilirdim ki, bundan 18 sene önceki o gecenin hayatımın dönüm noktası olacağını.
Beni mutluluktan havalara uçuran balık 1 karışlık bir kupezdi. Babamın arkadaşı Selman Amca suya geri salmam için ne kadar ısrar ettiyse de beni ikna etmeyi başaramadı. Neden salacaktım ki. Daha aşağıda bir sürü balık vardı. Gidene kadar yakalayabildiğim kadar yakalayıp eve döndüğümüzde anneme kızarttırıp afiyetle yiyecektik hepsini. Böylelikle babamı pazardan balık alma masrafından da kurtaracaktım. Diğer gece gezmelerinin aksine o gece hiç canım sıkılmadı. Oltamı suya her indirişimde balıklar yemlere hücum etti. Kimi zaman yemi yedirdim, kimi zaman balık havada kancadan kurtuldu, kimi zamansa balığı tekneye almayı başardım. Kız kardeşim Ayşegül başka zaman olsa benim yapacağım gibi teknenin kamarasında uyurken, ben eve dönme vaktimiz gelene kadar çılgınlar gibi eğlendim.
Gecenin sonunda kovamda 4 kupez, 1 ispari vardı. Yufka yürekli Selman Amca "O kadarcık balık bir şeye yaramaz, yazık salıver denize" dediyse de aldırış etmeyip poşete doldurdum balıkları. Az da olsa balık balıktı. Kimse yemezse ben yerdim hepsini. Geri dönüş yolunda babam uyuyan kardeşimi kucağında taşıdı. Bense uyku vaktim çoktan geçmesine rağmen hala dinç ve enerjiktim. Tüm yol boyunca babamı kızdırmamaya dikkat ederek, anneme yalvardım. "Anne n'olur eve gidince balıkları pişirelim", "Kaç dakikanı alır ki!", "Söz sana hiç iş çıkarmam, bulaşıkları ben yıkarım." Ne kadar yalvardıysam da annemi ikna edemedim. Balıkları temizleyip dolaba kaldırdık.
Tatilimiz bitip Değirmendere'ye döndüğümüzde tekrar balık tutmak için can atıyordum. İlgi alanım yeşilden maviye kaymıştı. Artık her gün evimizin balkonundan gördüğüm deniz benim için bambaşka bir anlam kazanmıştı. O yaz annemden izin koparabildiğim her fırsatta soluğu deniz kenarında aldım. Kıstırma kurşun yerine mühür kurşunu takılmış el oltalarıyla bol bol kayabalığı ve çırçır yakalayıp sitenin kedilerini doyurdum. O zamanlar İzmit Körfezi kısır, ben tecrübesizdim. Büyüyüp tecrübe kazandım. Daha öğrenilecek çok şey, gidilecek çok yol var önümde. Kim bilir, belki bir gün ben de Ali Kaptan gibi, eline olta tutuşturduğum bir çocuğun hayatını değiştiririm.