Halbuki Değirmendere'deki evimizin bulunduğu site, sitenin etrafında bulunan meyve bahçeleri, amazon ormanlarını andıran kestanelik, fındık bahçelerinin arasında kıvrılarak uzayan patikalar, çayırlar, benim gibi doğa tutkunu 9 yaşındaki bir çocuk için binbir türlü macerayla doluydu. Kimi zaman henüz yavrulamış bir anne kediyi besleyip yavrularını seviyor, kimi zaman çekirge, kertenkele veya yılan peşinde koşuyor, kimi zaman inşaat temellerinde biriken yağmur sularında yaşayan iri baş kurbağaların başkalaşımlarını seyrediyor, kimi zamansa sitenin etrafındaki bağlarda yetişen mevsim meyvelerinden göz hakkımızı topluyorduk.
Anne ve babamın tatil için seçtikleri Marmaris keşfedilmeyi bekleyen apayrı bir dünya olmasına rağmen alışık olduğum Değirmendere'deki hayatımı özlüyordum. Ailecek çıktığımız akşam gezmelerinde sıkılsam da gündüzleri Akdeniz coğrafyasına özgü ilginçlikler de yok değildi. Örneğin 2 adam boyundaki kaktüslerin tepelerinde yetişen kırmızı renkli dikenli meyveler, hayatımda ilk defa gördüğüm muz ağaçları, keçi boynuzları ve kozalakları fıstıkla dolu çam ormanları çok ilgimi çekmişti. Hayvanlar aleminden de yeni dostlar edinmiştim. Kara kaplumbağalarıyla çok haşır neşir olmuşluğum vardı ama su kaplumbağalarıyla ilk defa Marmaris'te piknik yapmak için gittiğimiz bir dere kenarında karşılaşmıştım. Marmaris'te rastladığım kertenkeleler de bir acayipti. Değirmendere'de yakaladıklarıma hiç benzemiyorlardı. Hele kahverengi vücudu dikenlerle kaplı bir tanesine yaklaşmaya bile cesaret edememiştim. Cırcır böceklerini saymaya bile gerek yok. Yakınlarda ağaçlık bir alan varsa gündüz vakti her zaman kesintisiz seslerini işitiyorduk. Hemen hemen her ağaç gövdesinde kabuklarına rastlamak mümkündü. Alçak dallara konduklarını fark ettiğimde bazen sinsice yanlarına yaklaşıp incitmemeye dikkat ederek aniden elimi üzerlerine kapatıveriyordum. Son anda uçarak kaçmayı başaramamışlarsa avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Yazının bu kısmında belirtmem gerekir ki çocukluğumda tam bir hayvan hastasıydım. Oyuncak arabalar ya da tabancalar hiç bir zaman ilgimi çekmezdi. O yıllarda babamdan istediğim tek oyuncak çeşidi sert plastikten yapılmış hayvan ve dinozorlardı. Sağ olsun babam da mesleği icabı gittiği bütün yurt dışı seyirlerinden poşetler dolusu oyuncak hayvan setleriyle gelirdi.
Benim için sıkıcı bir gecenin başlangıcı olan o akşam olacakları bir gece önceki senaryodan tahmin edebiliyordum. Saatin ilerleyip havanın serinlemesiyle birlikte ben de üşümeye başlayacaktım. Daha sonra yürümekten yorulup annemin koluna sarılarak ona yük olacak, saatlerin iyice ilerlemesiyle birlikte de annem ve babamın arkadaşlarıyla birlikte oturup müzik eşliğinde sohbet ettiği bir yerde uyuyakalacaktım. İşin en kötü kısmı da dönme vakti geldiğinde uykumdan uyandırılarak geldiğimiz yolu uyku sersemi bir halde, ayaklarımı sürüyerek geri dönmek zorunda kalacak oluşumdu. Canımın sıkıntısının geçmesi için babama çaktırmadan annemin kulağına bir şeyler fısıldadım. O da babamla konuşup bizi dondurmacıya yöneltti. Maraş dondurmacısının uzun çubuğunun ucuna yapıştırdığı dondurmayla beni dakikalarca oynatışı akşamın o ana kadarki en keyifli anlarından biriydi. Dondurmalar elimizde yolumuza devam ettik. Ben her zamanki gibi çabucak kendi dondurmamı bitirip Ayşegül'ün dondurmasına musallat oldum.
O gece babamın eski bir dostunun rıhtıma kıçtan kara olmuş yatına davetli olduğumuzu yata vardığımızda öğrendim. Misafir olduğumuz yat, Marmaris sahilinde bolca bulunan ahşap gezi teknelerinden biriydi. Biz vardığımızda yatın güvertesindeki masa çeşitli mezelerle donatılmıştı. Mönüdeki ana yemek olan köftelerse henüz ızgaraya atılmamıştı. Annem, babam ve dostları kahkahalar eşliğinde koyu bir muhabbete girişmişlerdi. Muhabbete dahil edilmeyen, zaten hiç muhabbet havasında olmayan bense bir an önce yemek yemeyi düşünüyordum. Teknenin küpeştesine dirseklerimi yaslayıp denizi seyrederek köftelerin kızarıp löp löp mideme ineceği anı bekliyordum.
Teknede bozuk plak gibi sürekli aynı şarkı çalıyordu. "Kahretsin aklımdasın ve sen bunun farkındasın"... Ne zaman aynı nakaratı duysam duygulanırım. Çocuk halimle o gece de garip bir melankolik hava içerisine girmiştim. Gözlerim bir ara iki yatın arasındaki boşlukta deniz yüzeyine takıldı. Suyun içinde yakamoz yaparak hızlı hızlı dolanan onlarca balık vardı. Heyecanla annemin yanına koşup kadıncağızın kolundan çeke çeke zorla balıkları gösterdim. Annem sağ olsun her zaman nazımı çekerdi. Babamsa çok sert karakterli olduğundan ona bulaşmaya pek cesaret edemezdim. Tek bir bakışı bile yeterdi. Babamın arkadaşı Ali Kaptan heyecanımı fark etmiş olacak ki, "Olta vereyim mi, balık tutmak ister misin?" diye sordu. O yaşıma kadar bir çok hayvanla haşır neşir olmama rağmen, balıklarla tek münasebetim evimizdeki akvaryumda beslediğimiz, üremekten başka bir şey bilmeyen lepisteslerle sınırlı kalmıştı. "Veeer" cevabımın üzerine onu takip etmemi istedi.
Teknenin kamarasına girdiğimizde kocaman bir sandığı açtı. Sandığın içi mantar ve kasnağa sarılı oltalarla doluydu. İçlerinden mantara sarılı olan bir tanesini bana verdi. Hayatında ilk defa eline olta alan biri olarak o gün o olta benim için hiç bir şey ifade etmemişti ama şimdi düşündüğümde Ali Kaptanın verdiği oltanın ufacık kancalarıyla ne kadar da doğru bir seçim olduğunu anlıyorum. Oltamı alıp balıkları gördüğüm yere gittiğimde Ali Kaptan da elinde bir kaç dilim ekmek ve henüz pişmiş köftelerle yanıma gelmişti. Tek bir kere yemin kancaya nasıl takıldığını gösterdikten sonra büyüklerin yanına dönerek muhabbete kaldığı yerden dahil oldu.
Sıkıntım birden geçivermişti. Elimdeki olta denen şeyle hemen altımda dolanan balıkları tutmaya çalışacaktım. Oltanın ucunda bulunan 2 küçük kancaya Ali Kaptanın gösterdiği gibi küçücük köfte parçalarını takıp aşağı sarkıttım. Oltanın suya değmesiyle birlikte balıklar yemlere üşüştü. Elimde tuttuğum misinanın "tıkırrrrt" diye titremesi o ana kadar hayatımda hissettiğim en heyecanlı duyguydu. Derken aniden oltanın ucunda bir patırtı ve ağırlık hissettim. Heyecanla misinayı çekmeye başladığımda oltayla birlikte suyun dışına pırıl pırıl, kımıl kımıl bir balık da çıkıverdi. O an yaşadığım heyecanı tarif etmekte güçlük çekiyorum. Kendi başıma denizden balık yakalamıştım. Hem de doğru dürüst, pazarda satılanlarla aynı büyüklükte bir balık. Teknede sevinç çığlıkları atarken bunları söylediğimi hatırlıyorum. "Baba bak pazarda satılan balıklardan", "Ali Amca ne balığı bu, yenir değil mi?", "Anne gördün mü bak, atar atamaz balık yakaladım, daha aşağıda bir sürü var bunlardan." Nereden bilebilirdim ki, bundan 18 sene önceki o gecenin hayatımın dönüm noktası olacağını.
Beni mutluluktan havalara uçuran balık 1 karışlık bir kupezdi. Babamın arkadaşı Selman Amca suya geri salmam için ne kadar ısrar ettiyse de beni ikna etmeyi başaramadı. Neden salacaktım ki. Daha aşağıda bir sürü balık vardı. Gidene kadar yakalayabildiğim kadar yakalayıp eve döndüğümüzde anneme kızarttırıp afiyetle yiyecektik hepsini. Böylelikle babamı pazardan balık alma masrafından da kurtaracaktım. Diğer gece gezmelerinin aksine o gece hiç canım sıkılmadı. Oltamı suya her indirişimde balıklar yemlere hücum etti. Kimi zaman yemi yedirdim, kimi zaman balık havada kancadan kurtuldu, kimi zamansa balığı tekneye almayı başardım. Kız kardeşim Ayşegül başka zaman olsa benim yapacağım gibi teknenin kamarasında uyurken, ben eve dönme vaktimiz gelene kadar çılgınlar gibi eğlendim.
Gecenin sonunda kovamda 4 kupez, 1 ispari vardı. Yufka yürekli Selman Amca "O kadarcık balık bir şeye yaramaz, yazık salıver denize" dediyse de aldırış etmeyip poşete doldurdum balıkları. Az da olsa balık balıktı. Kimse yemezse ben yerdim hepsini. Geri dönüş yolunda babam uyuyan kardeşimi kucağında taşıdı. Bense uyku vaktim çoktan geçmesine rağmen hala dinç ve enerjiktim. Tüm yol boyunca babamı kızdırmamaya dikkat ederek, anneme yalvardım. "Anne n'olur eve gidince balıkları pişirelim", "Kaç dakikanı alır ki!", "Söz sana hiç iş çıkarmam, bulaşıkları ben yıkarım." Ne kadar yalvardıysam da annemi ikna edemedim. Balıkları temizleyip dolaba kaldırdık.
Tatilimiz bitip Değirmendere'ye döndüğümüzde tekrar balık tutmak için can atıyordum. İlgi alanım yeşilden maviye kaymıştı. Artık her gün evimizin balkonundan gördüğüm deniz benim için bambaşka bir anlam kazanmıştı. O yaz annemden izin koparabildiğim her fırsatta soluğu deniz kenarında aldım. Kıstırma kurşun yerine mühür kurşunu takılmış el oltalarıyla bol bol kayabalığı ve çırçır yakalayıp sitenin kedilerini doyurdum. O zamanlar İzmit Körfezi kısır, ben tecrübesizdim. Büyüyüp tecrübe kazandım. Daha öğrenilecek çok şey, gidilecek çok yol var önümde. Kim bilir, belki bir gün ben de Ali Kaptan gibi, eline olta tutuşturduğum bir çocuğun hayatını değiştiririm.
Kardesim kalemi ve yuregine saglik senin yazioarin beni alip goturyor. Hangi yazini okusam o dikakalari yasiyorum. Belki o cocuk benimdir die dusunuyorum zaman zaman.......
YanıtlaSilSevgili abiciğim yazını okudum çok duygulandımm sanki o günleri tekrar tekrar yaşadım başarılarının devamını diliyorum :)
YanıtlaSilÇok güzel bir anı.Birden benimde O yaşlarda İzmir Urladaki tatil anılarım depreşti aynı şekilde su üstü kıbrıs oltasıyla Kefaller yakalıyan Ötel çalışanının bana verdiği mantar el oltasıyla iskeleden bolbol kaya balığı ve Lapin tutarak başlamıştım ve hala o mantar olta takımlarımın arasında duruyor..:))
YanıtlaSilYüreğine sağlık dostum, eminim ki bu sayfayı takip eden herkesin buna benzer hatıraları vardır, bir gün yolun Yalova'ya düşerse tanışmak, karşılıklı bir bardak çay içmek isterim.
YanıtlaSilÇok guzel bir yazı olmus, eline yüreğine saglık Savaş kardesim.
YanıtlaSilNe güzel anlatmışsın Savaşçım, yüreğine sağlık.
YanıtlaSil