14 Mart 2013 Perşembe

Açlık Oyunları - 1

Yine uykusuz geçen bir gecenin bitiminde uzaktaki tepelerin ardında şafağın karanlığı delişini seyrediyordum. Doğan güneş, çoğu kişi için yeni başlayan bir günün, yeni umutların, yeni mücadelelerin habercisidir, bana ise orada kaldığım sürece bir günün daha sona ermesinden, nöbetimi kazasız belasız tamamlayıp yatağa girmemden başka hiçbir şey ifade etmiyordu. İlk kez bu sabah diğerlerinden farklı bir sabahtı benim için. Dışarı çıktığımda yüzüme vuran rüzgar tenimi soğuğuyla kavurmuyor, içime nemli hafif bir ürperti işliyordu. Havada kömür dumanının geniz yakan kokusu değil, dalgaların kıyıya vurduğu yosunlardan yayılan iyot kokusu vardı. Birazdan doğacak güneşin ilk ışıkları bu defa  çorak ovaya dağılmış İran köylerine değil, mavi kadifeye sim gibi serpiştirilmiş Yunan adalarına vuracaktı. Evimden binlerce kilometre ötede, 2000 metre irtifada, medeniyete dair her şeyden yoksun bu dağ başında bile bir gün olsun hayalini kurmaktan vazgeçmediğim denizin nihayet kıyısındaydım. Elimde neden taşıdığımı bile bilmediğim bir silah yerine, en sadık yol arkadaşım oltamı taşıyordum. Denizin esintisini ciğerlerime doldurdum. Acele etmeye hiç niyetim yoktu. O anı sakince özümseyerek, her saniyesinin keyfini alarak yaşamak istiyordum. İçinde bulunduğum sarhoşluktan oltamdaki ağırlıkla uyandım. Ne ara denize göndermiştim oltayı da, bu ağırlık üstüne binmişti. Kafadanbacaklı ailesinin bir bireyi olsa gerekti oltanın ucundaki dirençsiz ağırlığın sahibi. Ahtapot olsa taşlara yapışır, o yüzden biraz daha zorlardı. Olsa olsa ya sübye, ya da kalamardı. Aklımdan bunlar geçedursun, kıyıya son birkaç metre kala oltanın ucundaki mahluk bir anda hırçınlaştı. Yanılmıştım, basbayağı koca kafalı bir levrekti bu. Çok geç kaldığının kendisi de farkındaydı, sanki adet yerini bulsun, veya şanına yakışır bir son olsun diye kısa bir direnç gösterdi. Benim ise bu kadar yakında mücadele etmesine fırsat vermeye niyetim yoktu, kalamayı el çabukluğuyla birkaç çıt daha sıkılaştırıp balığı seri bir şekilde karaya yasladım. Tarifi ancak ve ancak bu anı daha önce yaşamış birisine mümkün bir keyif sarmıştı tüm benliğimi. Nasıl güzel bir rüyadan uyanmak istemezse insan, ben de bu anı terketmek istemiyordum. Ancak siz zamanı ne kadar durdurmak isterseniz isteyin, o sizi dinlemeyip tüm hızıyla aktıkça, sizin de bu akıntıya karşı koyma şansınız kalmıyor. Balığın patırtısına koşup başıma toplanan kedileri kovalayıp işe koyuldum. Önce balığı iğneden çıkarayım, sonra iğneyi elimden çıkarayım, en son da arabada unuttuğum fotograf makinemi alayım derken gün çoktan aydınlanmış, göl sakinliğindeki su gökyüzünün mavisini yansıtmaya başlamıştı. Balığın gelmeyeceğini bildiğim halde yeni aldığım sahtelerin de yüzüş performanslarını test etmek amacıyla bir süre daha olta attım. Neden çok sonra, yakaladığım balığa tekrar baktığımda bir gariplik dikkatimi çekti. Bu garipliği daha sonra evde boy ve ağırlık ölçümü yaparak da doğruladım. Hemen hemen 50 cm uzunluğa sahip bu balık tartıda ancak 1 kilogram gelmişti. Kendi gözlemlerim ve levrek konusunda uzmanlaşmış arkadaşlarımla yaptığım fikir alışverişinde balığın olması gereken ağırlıktan 300-400 gram kadar hafif geldiği sonucuna varmıştık. Bu durum ilginç ama önemsiz bir ayrıntı gibi gözükse de, ertesi günler balığın davranışlarını anlayabilmek adına önemli bir ipucu veriyordu.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder