Bir avcının en önemli silahı gözlemdir. İyi bir avcı denizi, rüzgarı, ayı, güneşi, kuşları ve diğer avcıları gözlemleyerek avın en önemli üç sorusuna, "Ne zaman", "Nerede", ve "Nasıl"a cevap arar. Bulunduğum bölgede kıyı avcılığı ekmek ile kefal, sarpa ve sokar, tavuk göğsü ile kupes yavrusu avından ibaret olduğu için kıyıdan avlanan diğer avcıları gözlemlemenin bana pek bir katkısı olmuyordu. Bölgenin parakete ve ağ ile avlanan profesyonel balıkçılarının ise kıyıdaki durum hakkında bilgisi sınırlıydı. Onlardan edindiğim tek bilgi, levreğe bu sene pek rastlamadıkları ve vaktine rastlarsam turna yakalayabileceğim yönünde idi. Kıyılardaki balık durumuyla ilgili bir fikir yürütebilmek adına bu bilgiler benim için çok yetersizdi. Bu durumda kendi gözlemlerimden yola çıkmalı, ve bunları deneyimlerim ile birleştirerek bir strateji uygulamalıydım. Bu maksatla sabah suyu ile akşam suyu arasında geçirdiğim boş vakitte sıklıkla deniz kenarına inerek iskelelerden denizin altını gözlemledim. Dikkatimi çeken en belirgin durum, hemen her zaman kupes, ilarya, aterina gibi ufak balıkların gezindiği iskele diplerinin tamamen ıssız olmasıydı. Bu cansızlık burada pek de görmeye alışık olduğum bir manzara değildi. Kıyılardaki bu hareketsizliğin ilerleyen günlerde yapacağım avlara mutlaka bir etkisi olacaktı. Ancak söz konusu etkinin olumlu mu, olumsuz mu olacağı konusunda bir fikir yürütmek için henüz erkendi.
Gün batımına az zaman kala sabahki balığı aldığım yerde şansımı denemek üzere tekrar yerimi aldım. Avlandığım yerin turistik bir bölge olması ve yılın büyük bölümünde sahilin akşam saatlerinde hareketli olması nedeniyle akşam avlarına genellikle pek rağbet etmiyordum. Ancak mevsim itibariyle kıyılardan tamamen el ayak çekilmişti. Kahvede gün batımını izleyen birkaç kişi ve denizden dönüp teknelerini tonozlara bağlayan balıkçılar dışında sahil tamamen sakindi. Ortam balık avına neredeyse sabah suyunda olduğu kadar uygundu. Güneş denizle buluşurken, ilk olarak silikon yemlerle denemelerime başladım. Avlandığım bölge yer yer çok sığ ve taşlık olduğu için 3 gramlık zokalara (jig head) iliştirdiğim silikon yemleri istediğim gibi çalıştıramadım. En sonunda silikonu taktığım taştan kurtaramayıp denizde bırakınca avlanma stilimi tekrar su üstü sert sahtelere çevirdim.
Güneşin artık ufukta kaybolup, denizin gümüşi renge büründüğü vakitlerde sahtenin su yüzeyinden zikzaklar çizerek gelişini izlemek ayrı bir heyecandır. Alacakaranlık kuşağı aynı filmlerde olduğu gibi denizlerde de canavarların ortaya çıkış vaktidir. Gün içinde yaramaz çocuklar gibi kumun üzerinde oynaşan ilaryalar, karanlığın çökmeye başlamasıyla ortadan kaybolur. Kıyılar sessizliğe gömülür, tek bir şey dışında: Sizin evine geç kaldığı için panik halinde yüzen bir ilaryayı anımsatan sahteniz. Saldırı tam o anda, karanlığın içinden gelir. Sahteniz hiç beklenmedik bir anda, derinden gelen bir kuvvet tarafından dibe çekilir. O akşam da tam olarak böyle oldu. Aynayı anımsatan su yüzeyi bir anda karıştı, köpürdü. Çoğu zaman olduğu gibi saldırı saliseler sürdü. Su durulduğunda ortada artık sahte yoktu. Vuruşu oltanın ucunda hissettiğim anda tasmayı attım. Fakat oltanın ucundaki sahte bulunduğu yerden bir milim dahi kımıldamadı. Bunun üzerine oltayı ikinci kez tarttım. Yine esneme yoktu. Enteresan biçimde vuruş gelmişti ancak olta taşlara takılmıştı. Bu durumun nasıl gerçekleştiğine, su üstü sahtenin nasıl olup da taşların arasına girdiğine anlam verebilmek çok zordu. Zaten o an için öncelikli olan da, sahteyi kurtarmaktı. Sahtenizin bu şekilde taşlara takıldığı durumlarda, oltayı gererek zorlamak yerine bir süre bekleyip sahtenin kendi yüzerliği ile takıldığı yerden kurtulmasını beklemek her zaman daha iyi sonuç verir. Gerçekten de, on saniye kadar boşluk vermemin ardından oltaya tekrar asıldığımda sahtenin kurtulmuş olduğunu gördüm.
O akşam, sonraki sabah, sonraki akşam, ondan sonraki sabah bu büyük heyecanı birkaç defa yaşadım. Levrek ailesinin bireyleri kimi zaman sahtenin arkasında kabarttığı su kütlesiyle belli etti kendini, kimi zaman daha agresif davranarak sahtenin önüne, yanına, arkasına ve kendisine hamle yaptı. Ne var ki aralarından kıyıya alabildiğim iki balığın da ölçüsü tatmin edici olmaktan çok uzaktaydı. 300 gram civarı gelen bu ispendekleri, ellerim dikenlerinden biraz nasibini alsa da, zarar görmeden sahtenin iğnelerinden ayırıp doğal yaşamlarına geri kavuşturdum.
Gelen balıklar ne kadar istediğim ebatta olmasa da, oltanın ucunda sürekli hareket olmaması denize duyduğum hasreti giderdiği için beni gayet memnun ediyordu. Ancak üçüncü günün akşamından itibaren rüzgar ile beraber işin rengi de değişmeye başlayacaktı.
Gün batımına az zaman kala sabahki balığı aldığım yerde şansımı denemek üzere tekrar yerimi aldım. Avlandığım yerin turistik bir bölge olması ve yılın büyük bölümünde sahilin akşam saatlerinde hareketli olması nedeniyle akşam avlarına genellikle pek rağbet etmiyordum. Ancak mevsim itibariyle kıyılardan tamamen el ayak çekilmişti. Kahvede gün batımını izleyen birkaç kişi ve denizden dönüp teknelerini tonozlara bağlayan balıkçılar dışında sahil tamamen sakindi. Ortam balık avına neredeyse sabah suyunda olduğu kadar uygundu. Güneş denizle buluşurken, ilk olarak silikon yemlerle denemelerime başladım. Avlandığım bölge yer yer çok sığ ve taşlık olduğu için 3 gramlık zokalara (jig head) iliştirdiğim silikon yemleri istediğim gibi çalıştıramadım. En sonunda silikonu taktığım taştan kurtaramayıp denizde bırakınca avlanma stilimi tekrar su üstü sert sahtelere çevirdim.
Güneşin artık ufukta kaybolup, denizin gümüşi renge büründüğü vakitlerde sahtenin su yüzeyinden zikzaklar çizerek gelişini izlemek ayrı bir heyecandır. Alacakaranlık kuşağı aynı filmlerde olduğu gibi denizlerde de canavarların ortaya çıkış vaktidir. Gün içinde yaramaz çocuklar gibi kumun üzerinde oynaşan ilaryalar, karanlığın çökmeye başlamasıyla ortadan kaybolur. Kıyılar sessizliğe gömülür, tek bir şey dışında: Sizin evine geç kaldığı için panik halinde yüzen bir ilaryayı anımsatan sahteniz. Saldırı tam o anda, karanlığın içinden gelir. Sahteniz hiç beklenmedik bir anda, derinden gelen bir kuvvet tarafından dibe çekilir. O akşam da tam olarak böyle oldu. Aynayı anımsatan su yüzeyi bir anda karıştı, köpürdü. Çoğu zaman olduğu gibi saldırı saliseler sürdü. Su durulduğunda ortada artık sahte yoktu. Vuruşu oltanın ucunda hissettiğim anda tasmayı attım. Fakat oltanın ucundaki sahte bulunduğu yerden bir milim dahi kımıldamadı. Bunun üzerine oltayı ikinci kez tarttım. Yine esneme yoktu. Enteresan biçimde vuruş gelmişti ancak olta taşlara takılmıştı. Bu durumun nasıl gerçekleştiğine, su üstü sahtenin nasıl olup da taşların arasına girdiğine anlam verebilmek çok zordu. Zaten o an için öncelikli olan da, sahteyi kurtarmaktı. Sahtenizin bu şekilde taşlara takıldığı durumlarda, oltayı gererek zorlamak yerine bir süre bekleyip sahtenin kendi yüzerliği ile takıldığı yerden kurtulmasını beklemek her zaman daha iyi sonuç verir. Gerçekten de, on saniye kadar boşluk vermemin ardından oltaya tekrar asıldığımda sahtenin kurtulmuş olduğunu gördüm.
O akşam, sonraki sabah, sonraki akşam, ondan sonraki sabah bu büyük heyecanı birkaç defa yaşadım. Levrek ailesinin bireyleri kimi zaman sahtenin arkasında kabarttığı su kütlesiyle belli etti kendini, kimi zaman daha agresif davranarak sahtenin önüne, yanına, arkasına ve kendisine hamle yaptı. Ne var ki aralarından kıyıya alabildiğim iki balığın da ölçüsü tatmin edici olmaktan çok uzaktaydı. 300 gram civarı gelen bu ispendekleri, ellerim dikenlerinden biraz nasibini alsa da, zarar görmeden sahtenin iğnelerinden ayırıp doğal yaşamlarına geri kavuşturdum.
Gelen balıklar ne kadar istediğim ebatta olmasa da, oltanın ucunda sürekli hareket olmaması denize duyduğum hasreti giderdiği için beni gayet memnun ediyordu. Ancak üçüncü günün akşamından itibaren rüzgar ile beraber işin rengi de değişmeye başlayacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder